BİR öğleden sonra Efes’e doğru yola çıktık. Hem güneşin yakıcı ve bunaltıcı etkisinden kaçınmak, hem de Celsus Kütüphanesi’nin ışıklarının yanışında orada olmak istedik. Efes’in ev sahipliği yaptığı klasik dönem ve Roma dönemleri hakkında okumalar yapmama rağmen gezip görmek nasip olmamıştı.
İçimde Cilalı Taş Devri’nden bu zamana kadar şahitliğini sürdürmüş bir mekânı görme heyecanıyla başetmekte zorlanıyordum. Okumalardan elde ettiğim bilgiler, anlam ile yoğrulacak ve asıl okuma yeni başlayacaktı.
Selçuk şehrini çıkar çıkmaz uzun bir araba kuyruğuna eklemleniverdik. Demek ki birlikte okuma yapacağımız çok arkadaş olacaktı. Zaman ile araba kuyruğu birden ters bir oransal ilişkiye giriyor ve zaman ilerlemesine rağmen, kuyruk ilerlemiyordu. Yolun sağında ve solundaki portakal, limon bahçeleri yolun mazot, benzin kokusuna inat bizi ferahlatıyordu.
Yol var, yolcu var, yolda en vasatından en lüksüne kadar her türlü araba var ama kimse yol alamıyordu. Bazı kendine güvenenler arabaları yol kenarına bırakıp yürümeyi seçiyorlar, bazıları vazgeçip dönüyorlar, bazıları da öndeki kuyruğa bakıp -bizim gibi- yola devam ediyorlardı. Aklıma yıllar önce okuduğum bir yazı geldi:
“Caddede bir resmî geçit vardı ve kalabalığın arasından birisi ‘Yanlış yoldan gidiyorsunuz, dikkat edin bu cadde çıkmaz sokak!’ diye bağırdı. Kalabalık telaşlandı fakat ön tarafta uzun boylu, yakışıklı liderlerini görünce rahatladılar. ‘Liderimiz gidiyorsa yol çıkmaz değildir’ diyerek yürümeye devam ettiler. Yakışıklı lider durakladı, telaşlandı, dönüp arkaya baktı. ‘Bu kadar kişi takip ettiğine göre ben doğru yolda olmalıyım’ diyerek yola devam etti. Hep birlikte caddenin sonuna tosladılar.’’
Biz de bu yolun tekerlek ile değil tabanvay ile alınabileceğine kanaat getirip arabayı yan tarafta bulduğumuz bir boşluğa park edip, tırmanmaya başladık.
Böcek sesleri, toprak yolda yürüyenlerin çıkardığı ayak sesleri, yorulmuş çocukların huzursuz sesleri hepsi uyumsuzluğun uyumu gibiydi. Güneş önce eteklerdekilerle, çiçekler, böcekler ve yoldakilerle vedalaşıyor, dağların tepesine doğru çekiliyordu. İnsanların sırtlarında taşıdıklarını görebiliyordum ama kafalarında ne taşıdıklarını çok bilmek istiyordum. Etrafımdaki hemen herkeste önemli bir şey yapacak olmanın heyecanı vardı.
Uzun ve tartışmalı turnike kuyruğundan sonra antik kente giriş yapabildik. Biz bireysel geziyorduk ama rehber eşliğinde gezen kalabalık gruplar vardı. Ben gördüğüm eseri Google’dan taratıp zihnimdeki bilgilerle eşleştirmeye çalışırken, hemen yanımda bir grup, rehberi ile tartışıyordu. Rehber “Ben sunumumu yapayım sonra sizi serbest bırakırım” diyor, gruptan biri “Uzun olmasın, bolca fotoğraf çekmek istiyoruz, dolaşacak çok yer var” diye itiraz ediyordu. Adam elinden geldiğince kısa ve öz anlattı ama çoğunluk onu ne dinledi ne de o bunu umursadı. Rehber “Ben işimi yaptım” der gibi bir edâ ile kenara çekildi. Bu, “Anlattığın bilgilerle ilgilenmiyoruz, bize bu mekânlarda çekilecek fotoğraflar lazım” demek mi oluyordu!?
Efes, antik dönemde dinî açıdan kutsal, ticaret, sanat, kültür açısından zengin bir merkez imiş. Etrafa bakınca bunun izlerini görmekte zorlanmıyoruz. Roma’da din, devlet destekliymiş. Tanrıları cömertçe ikramlarla onurlandırıyor, tanrıların da devleti onurlandıracağına inanıyorlarmış.
İmparator, toplumun babası sayıyormuş kendini ve bu sebeple eğlensinler diye önünde durduğumuz devâsa amfitiyatroda dinî ve kültürel festivaller, eğlenceler düzenletiyormuş. Bu alanda ölen soylular için gladyatörler kan ayini de yapıyorlarmış. Yenen ya imparatorun ya da seyircinin baş parmağını aşağı veya yukarı hareket ettirmesiyle yendiği rakibini yine bu sahnede öldürüyormuş. Bunları düşününce kulağımı bir uğultu kaplıyor, imparatorun hayvanlarına parçalattığı hükümlülerin çığlıkları sanki boş koltuklardan dönüp tekrar benim kulaklarıma çarpıyordu. Bu sırada hemen yanımda birkaç kişi fotoğraf çekmelerini böldüğü için biriyle yüksek sesle tartışıyorlardı.
Biraz daha ilerleyip kütüphane yoluna girmeden kafamı yukarı çevirince teras evlerine takıldı gözlerim. Bir tarafta kütüphane, bir tarafta yamaç evleri geçmişin ihtişamını temaşa etme fırsatı veriyordu insana. Üst sınıf Romalılar bu teraslama mimarisiyle yapılmış villalarda, fakirler ise sıra sıra dizilmiş barakalarda yaşıyorlarmış. Bu villaları gezmek için ekstra para ödemek gerekiyor. Demek geçen zaman içinde hiçbir şey değişmemiş. İnsanlar çıldırmış gibi resim çekmekle uğraşırken ben Efes’in tozlu teraslarında tarihi izler arıyordum.
Kütüphanenin önüne gelince kendimi çok küçülmüş hissettim. Bunlar nasıl kolon böyle? O zamanın şartlarında nasıl yapılmış? Bu sorulara cevap veremeden kolonlar arasındaki dört kadın heykeli dikkatimi çekti. Oradan geçen rehber olduğunu düşündüğüm beyefendiden bunların akıl, kader, ilim ve erdemi temsil ettiğini öğrendim.
Etrafta fotoğraf çektirme ritüelleri hız kesmeden devam ediyordu. Fakat elde ettikleri görüntüyü kabul etmeyip üzerinde anında oynamalar yapıp kendilerini olmak istedikleri en güzel hâle getirmeye çalışıyorlardı. Sanırım kendileri hakkında oldukları hâle değil, elde ettikleri hâle inanıyorlardı. Sanki herkes altın oran yüz şeklini arıyordu. Peki en güzel hâl hangisi idi? Bunun kararını neye göre veriyorduk? Düşünmekten ve de dolaşmaktan yorulmuş bedenime bir yer ararken yanımdan geçen bir kadının omuz atışıyla sarsıldım. Bana “Türbeye gitseydin ya!” diye kızıyordu. Ama ben ona kızmadım. Çünkü çok yoğun bir tezekkürün en lezzetli anındaydım. Geçip bir kenara oturdum. Bir hanım kız oturduğumu görünce kamera çantasını tutmamı rica etti. Bol bol çekim yaptı. Teşekkür ederken nasıl bir duygu diye sordum. “Ben tarihî eserler kaybolmasın diye çekiyorum, arşivlemek istiyorum yani” dedi. Bak bu çok hoşuma gitti işte. Peki şu karşımdaki kalabalığı aktive eden itki neydi? Anlamak şöyle dursun, anlatmak gibi bir dertleri de görünmüyordu.
Halbûki bu kadar zulmü yapanlar, bu mekânlarda aklın sınırlarını zorlayacak derecede zevklenenler, bu zevklere emek harcayan köleler… Şimdi neredeydiler? Hiç kimse, hiçbiri yoktu. Roma devletinin çöküş sebeplerinden birinin köle emeğine bağımlılık olduğunu okumuştum. Etrafta büyük büyük mezarlar vardı. Hemen yanlarında da küçük mezar taşları... Bunlar köle mezarı olabilir miydi? Eğer öyleyse kölelerin ölü bedenlerinin hizmete devam etmesini mi istiyorlardı? Tuhaf, hem de çok tuhaftı. Kim bilir, şu önünden yürüdüğümüz pazar yerinde ne lezzetli yiyecekler satıldı ve de ne paralar kazanıldı? O zaman yaşayan birine sorulsa bir gün yok olup gideceğini söyleyebilir miydi?
Ben tarihin düşündürdüklerinin kıskacında kıvranırken dönüş yoluna doğru kıvrıldım. İnsanlar, önünde durdukları esere mi fotoğrafıyla anlam katmaya çalışıyordu yoksa eser ile kendilerine mi anlam katmaya çalışıyorlardı? Tek tek sorasım geldi ama vakit ilerlemiş, bizimkilerle buluşma vakti gelmişti.
Bu defa farklı kişilerle aynı bayırdan kalabalık hâlinde iniyorduk. Ben kafamda tarihî acılar, üzüntüler, sanatsal temaşalarla siretin ağırlığını taşıyordum. Ama çoğunluğun kafasında, çoğalttıkları suretler vardı sanki. Çektikleri fotoğrafları nerelerde paylaşacaklarının ve de kaç beğeni alacaklarının hesabını yapıyorlardı adeta. Bu arada kaçırdıkları tarihsel empati fırsatının farkında değillerdi. Ânı yaşamadan anılaştırmak, bunu kamera ile sabitlemek saçma geliyor bana. Düşünün ki resim yaptım sanıp duvara asmışım ama çerçevenin içi boş! Ne dersiniz?! Suret çoğaltmak bizi siretten habersiz bırakmıyor mu?