
GÜNLÜK hayatın içinde yapılması gereken işlerin çokluğu, bizi
işlerin ehemmiyetine yahut durumuna göre öznel/nesnel bir sıralama yapmaya
sürükler. Gel gör ki söz konusu bu ehemmiyet,
içinde bulunduğumuz toplumda ya da hâkim olan inanç/yaşam kapsamında yerleşmiş
doğru algılar ve değerlendirmeler ile kendini bulduğu gibi, ekseriyetle kendini
bulamadan veya kendini bulduğu yerde –çoğu kez kendi elimizle sürece dâhil
ettiğimiz faktörler ile- anlamını, hayatını ve işlevselliğini kaybettiğine
şahit olarak, hayatımızda –bize rağmen- var olma mücadelesi verir.
Her yeni güne “dünyadaki ilk günümüz” edasıyla değil de
tecrübenin ötesindeki süreğenliğin elini tutarak yaklaştığımızda kendini tekrar
eden ve mekanikliğe dönüşmüş halkalar
ile çarklar, bize ayak bağı olmaya, özgür adımlarımıza pranga vurmaya başlar. “Düzenli hayat, sade hayat” vb. ifadeler, bilerek veya yanlış
algılanarak, bir hediye gibi servis edilerek alışkanlığa dönüştürülüp pasifleştirilen çoğu kavram gibi
“güncellik-güncelleme” adı altında basit yahut yan/yanlış anlamlar yüklenerek -kavramı kazandırmak/kavrama kazandırmak/korumak
yerine- gözler önünde gözden kaçırılan önemli tabirler olarak dikkatimizi celp
etmektedirler.
Bildiğimiz ve kullandığımız bir kelime olan “alışkanlık”,
hayatımızda olumlu suretten görünen, ancak kontrol etmekte zorlandığımız bir
rahatsızlık biçimi olarak bu noktada yaşantımızın her açıdan dinamik bir
düzlemde ele alınması gereken önemli bir parçası ve önemli bir kavramıdır.
O hâlde bir eylemi alışkanlık hâline niçin getiririz? Bir
eylem alışkanlığa niçin dönüşür?
İki tür şey alışkanlığa dönüşebilir. Birincisi,
yaşadığımızı sandığımız şey; ikincisi, yaşamayı arzu ettiğimiz şey… Birinci
durum, içinden çıkılması zor bir hâli ifade ederken, ikinci durum ise “arzu
etme, özlem duyma” enerjisine dayandığı için karanlıktan çıkmaya, ışığa daha
yakın olan tarafı ifade eder.
İnsandan kopuş
Bu noktada eylem/davranış/düşünce biçimi, yaşamı pratik hâle getirmek tabirinden
hareketle giderek insanî fayda,
işlevsellik, eşyanın ruhu, insan-eşya/insan-tabiat ilişkisi ve nihayet insan-insan ilişkisinden ziyade
eylemin, davranışın veya kullanışın salt gerçekleşmeye odaklı hâle gelmesi
neticesinde doğrunun aktif şekilde, ruhu ve mânâsı ile hayatımızda var olmaktan
çıkarak alışkanlık hâline gelmenin vermiş olduğu psikolojik doyum ile varlığını
salt bir alışkanlıktan ibaret olarak devam ettirmeye başlar. Dolayısıyla söz
konusu bu ahvâl, kendisini yaşayamadığımız “kavram
veya yaşantının” hayâlini kurmak ile (özü itibariyle) eş bir çizgide
varlığını devam ettirir.
Hayatın içinde ritim tutmak yahut zamanın ritmine alkış
tutmak
Hayatın içinde tutmamız/bulmamız gereken ritim ile
hayatın zaman, durum/vakıaya dair döngüsel yapısına tuttuğumuz ritmi çoğu kez
karıştırırız.
Birincisi dinamiktir ve bizi bir hâl enerjisiyle kontrol ederek
olmasını arzuladığımız çizgide –veya buna yakın bir şekilde- hem bizi, hem de
eylemlerimizi kontrol suretiyle yola koyar. “Yol”dan kasıt, elbette iyi, doğru
ve güzelin sınırları içinde kalmak, bu alandan çıkmamak için cehdetmek ve
gücü/imkânı nispetinde bu sınırları genişletmektir. Söz konusu sınırdan çıkmak
ve gücü/imkânı farklı alanlarda kullanmak insana ritmini pekâlâ
kaybettirebileceği gibi, ritmi(ni) kaybetmek de insanı bu sınırdan çıkarabilir.
İkincisi ise tam olarak yolunu kaybetmedir ve karanlık yollarda
aydınlık(mış) gibi hareket etmeyi alışkanlık hâline getirmeye dayanır. Bu
noktada, karanlıkta yolunu bulabilmek ile karanlığı içselleştirmek veya onu
hayatının vazgeçilmez bir parçası hâline getirmek -daha doğrusu buna duçar
olmak- arasında hiç şüphesiz zıt bir anlam olduğu da aşikârdır.
Peki, iki ritim arasında kalan bizler için yaşadığımız
nedir? “Süreklilik hâli” mi, alışkanlık mı?
Her ne ki, her yaptığımızda kendimizde bir sorgulama
yaşıyor isek, ilgili konuda yeni ve gelişime dayalı bir süreci zorlanmadan
takip edebiliyor isek veya maddî-manevî bir doyum yaşıyor isek, o durum, sürekli bir hâli ifade eder. Hâl, tek
başına insana aittir. Ancak hareket tek başına ona ait değildir. O nedenle, “Hâlden
kopan ne ise, o, mekanik olana bir adım daha yaklaşmıştır” diyebiliriz.
Alışkanlığa dönüştürmek ise bir hareketi ifade eder görünse de, uygun zemine
oturmadığında veya hakikî istifadesinden yukarıdaki şekilde koptuğunda, evvelâ
düşünmenin-düşüncenin ve tabiî ki üretimin önüne geçmiş olur. Bu nedenle her ne
ki onu alışkanlığa dönüştürmek, beraberinde aşağıdaki riskleri (akla) getirebilir:
Alışkanlığa dönüştürmek, ataletin nişanı, mekanik yaşama geçişin belirtisi,
-ezberci anlayışın bir sonucu olmakla birlikte- ezber ederek veya başkasından
öğrenerek değil de başkasından kopya çekerek yamalıklı yaşamanın bir belirtisi
olabilir, insanın maddî ve manevî gücünün sınırlarını keşfetmesinin önüne
geçebilir. Alışkanlığa dönüştürmek, hayatı kalbe yaslamak yerine, kalbe hayatı
dayatmanın da ta kendisi olabilir! Alışkanlık,
mânânın da akışkanlığını bozar. Alışkanlık, aslolan mânânın önüne kolaylıkla
geçebilir.
Mânâ hâl, hâl ise mânâ ile konuşur. Bir şey –sadece-
alışkanlığa dönüşmüş/düşmüş ise, onun artık konuşacak kimsesi kalmamıştır. O hâlde,
“Alışkanlığa dönüşmüş ne varsa, her zaman idraken sorgulanmaya/yeniden hayat
ile bir bağlantı, insan ile bir ünsiyet kurmaya ve hayata dair işaret fişeğini yeniden
ateşlemeye ihtiyacı vardır” diyebiliriz.
Hayat bağlantımızın devam ettiği her “an”ı bir insanî
hâl ve insanî bir hâl ile kesintiye uğrattığımız sürece kalbimiz nefes almaya
devam ederken, biz ise nefesi kalbimizden almaya tekrar başlamış olacağız.