“Süreklilik hâli” mi, alışkanlık mı?

Alışkanlığa dönüştürmek, ataletin nişanı, mekanik yaşama geçişin belirtisi, -ezberci anlayışın bir sonucu olmakla birlikte- ezber ederek veya başkasından öğrenerek değil de başkasından kopya çekerek yamalıklı yaşamanın bir belirtisi olabilir, insanın maddî ve manevî gücünün sınırlarını keşfetmesinin önüne geçebilir. Alışkanlığa dönüştürmek, hayatı kalbe yaslamak yerine, kalbe hayatı dayatmanın da ta kendisi olabilir!

GÜNLÜK hayatın içinde yapılması gereken işlerin çokluğu, bizi işlerin ehemmiyetine yahut durumuna göre öznel/nesnel bir sıralama yapmaya sürükler. Gel gör ki söz konusu bu ehemmiyet, içinde bulunduğumuz toplumda ya da hâkim olan inanç/yaşam kapsamında yerleşmiş doğru algılar ve değerlendirmeler ile kendini bulduğu gibi, ekseriyetle kendini bulamadan veya kendini bulduğu yerde –çoğu kez kendi elimizle sürece dâhil ettiğimiz faktörler ile- anlamını, hayatını ve işlevselliğini kaybettiğine şahit olarak, hayatımızda –bize rağmen- var olma mücadelesi verir.

Her yeni güne “dünyadaki ilk günümüz” edasıyla değil de tecrübenin ötesindeki süreğenliğin elini tutarak yaklaştığımızda kendini tekrar eden ve mekanikliğe dönüşmüş halkalar ile çarklar, bize ayak bağı olmaya, özgür adımlarımıza pranga vurmaya başlar. “Düzenli hayat, sade hayat” vb. ifadeler, bilerek veya yanlış algılanarak, bir hediye gibi servis edilerek alışkanlığa dönüştürülüp pasifleştirilen çoğu kavram gibi “güncellik-güncelleme” adı altında basit yahut yan/yanlış anlamlar yüklenerek -kavramı kazandırmak/kavrama kazandırmak/korumak yerine- gözler önünde gözden kaçırılan önemli tabirler olarak dikkatimizi celp etmektedirler.

Bildiğimiz ve kullandığımız bir kelime olan “alışkanlık”, hayatımızda olumlu suretten görünen, ancak kontrol etmekte zorlandığımız bir rahatsızlık biçimi olarak bu noktada yaşantımızın her açıdan dinamik bir düzlemde ele alınması gereken önemli bir parçası ve önemli bir kavramıdır.

O hâlde bir eylemi alışkanlık hâline niçin getiririz? Bir eylem alışkanlığa niçin dönüşür?

İki tür şey alışkanlığa dönüşebilir. Birincisi, yaşadığımızı sandığımız şey; ikincisi, yaşamayı arzu ettiğimiz şey… Birinci durum, içinden çıkılması zor bir hâli ifade ederken, ikinci durum ise “arzu etme, özlem duyma” enerjisine dayandığı için karanlıktan çıkmaya, ışığa daha yakın olan tarafı ifade eder.

İnsandan kopuş

Bu noktada eylem/davranış/düşünce biçimi, yaşamı pratik hâle getirmek tabirinden hareketle giderek insanî fayda, işlevsellik, eşyanın ruhu, insan-eşya/insan-tabiat ilişkisi ve nihayet insan-insan ilişkisinden ziyade eylemin, davranışın veya kullanışın salt gerçekleşmeye odaklı hâle gelmesi neticesinde doğrunun aktif şekilde, ruhu ve mânâsı ile hayatımızda var olmaktan çıkarak alışkanlık hâline gelmenin vermiş olduğu psikolojik doyum ile varlığını salt bir alışkanlıktan ibaret olarak devam ettirmeye başlar. Dolayısıyla söz konusu bu ahvâl, kendisini yaşayamadığımız “kavram veya yaşantının” hayâlini kurmak ile (özü itibariyle) eş bir çizgide varlığını devam ettirir.

Hayatın içinde ritim tutmak yahut zamanın ritmine alkış tutmak

Hayatın içinde tutmamız/bulmamız gereken ritim ile hayatın zaman, durum/vakıaya dair döngüsel yapısına tuttuğumuz ritmi çoğu kez karıştırırız.

Birincisi dinamiktir ve bizi bir hâl enerjisiyle kontrol ederek olmasını arzuladığımız çizgide –veya buna yakın bir şekilde- hem bizi, hem de eylemlerimizi kontrol suretiyle yola koyar. “Yol”dan kasıt, elbette iyi, doğru ve güzelin sınırları içinde kalmak, bu alandan çıkmamak için cehdetmek ve gücü/imkânı nispetinde bu sınırları genişletmektir. Söz konusu sınırdan çıkmak ve gücü/imkânı farklı alanlarda kullanmak insana ritmini pekâlâ kaybettirebileceği gibi, ritmi(ni) kaybetmek de insanı bu sınırdan çıkarabilir.

İkincisi ise tam olarak yolunu kaybetmedir ve karanlık yollarda aydınlık(mış) gibi hareket etmeyi alışkanlık hâline getirmeye dayanır. Bu noktada, karanlıkta yolunu bulabilmek ile karanlığı içselleştirmek veya onu hayatının vazgeçilmez bir parçası hâline getirmek -daha doğrusu buna duçar olmak- arasında hiç şüphesiz zıt bir anlam olduğu da aşikârdır.

Peki, iki ritim arasında kalan bizler için yaşadığımız nedir? “Süreklilik hâli” mi, alışkanlık mı?

Her ne ki, her yaptığımızda kendimizde bir sorgulama yaşıyor isek, ilgili konuda yeni ve gelişime dayalı bir süreci zorlanmadan takip edebiliyor isek veya maddî-manevî bir doyum yaşıyor isek, o durum, sürekli bir hâli ifade eder. Hâl, tek başına insana aittir. Ancak hareket tek başına ona ait değildir. O nedenle, “Hâlden kopan ne ise, o, mekanik olana bir adım daha yaklaşmıştır” diyebiliriz. Alışkanlığa dönüştürmek ise bir hareketi ifade eder görünse de, uygun zemine oturmadığında veya hakikî istifadesinden yukarıdaki şekilde koptuğunda, evvelâ düşünmenin-düşüncenin ve tabiî ki üretimin önüne geçmiş olur. Bu nedenle her ne ki onu alışkanlığa dönüştürmek, beraberinde aşağıdaki riskleri (akla) getirebilir:

Alışkanlığa dönüştürmek, ataletin nişanı, mekanik yaşama geçişin belirtisi, -ezberci anlayışın bir sonucu olmakla birlikte- ezber ederek veya başkasından öğrenerek değil de başkasından kopya çekerek yamalıklı yaşamanın bir belirtisi olabilir, insanın maddî ve manevî gücünün sınırlarını keşfetmesinin önüne geçebilir. Alışkanlığa dönüştürmek, hayatı kalbe yaslamak yerine, kalbe hayatı dayatmanın da ta kendisi olabilir! Alışkanlık, mânânın da akışkanlığını bozar. Alışkanlık, aslolan mânânın önüne kolaylıkla geçebilir.

Mânâ hâl, hâl ise mânâ ile konuşur. Bir şey –sadece- alışkanlığa dönüşmüş/düşmüş ise, onun artık konuşacak kimsesi kalmamıştır. O hâlde, “Alışkanlığa dönüşmüş ne varsa, her zaman idraken sorgulanmaya/yeniden hayat ile bir bağlantı, insan ile bir ünsiyet kurmaya ve hayata dair işaret fişeğini yeniden ateşlemeye ihtiyacı vardır” diyebiliriz.

Hayat bağlantımızın devam ettiği her “an”ı bir insanî hâl ve insanî bir hâl ile kesintiye uğrattığımız sürece kalbimiz nefes almaya devam ederken, biz ise nefesi kalbimizden almaya tekrar başlamış olacağız.