Sultandan emanet bir şehir

Gönüllere hükmeden bir âlim, ferasetini fırsata çevirmiş, her yönüyle dehâ mahiyetinde bir komutan, cananı için canını hiçe sayan bir asker, hakikî maliklerini bekleyen ve ezanlara müştak bir mabed... İşte biri olmadığında diğerinin eksik kalacağı, fethin mütemmim cüzleri!

TARİHİN kalp atışlarının yükseldiği anlar vardır izini zihinlere nakşederek çağlara köprüler kuran. Gayretin damlaya damlaya taşmaya başladığı, zaferlerle neşv-ü nema bulduğu anlar... İşte o anlar, zamanın mekâna gebe olduğu, yeni şehirler doğurduğu, medeniyetlere kapıların açıldığı, istikbâlin temellerinin atıldığı anlardır.

İstanbul’un Müslümanlar/Osmanlılar tarafından ilhakı da böyledir. Sekiz asırlık bir maziyle, Peygamber muştusuna nail olmak isteyen nice sahabe, komutan, asker ve nice hakan bu iştiyak ve azimle Bizans surlarına dayanmıştı. Türk-İslâm mefkûresinin bu emsalsiz ve bir o kadar da ehemmiyetli beldeye yüklediği anlam, Batılı anlayışları çoktan geride bırakmış, kutsileşerek ümmetin çeşm-i cihanı olmuştu.

Surların muhkem oluşu, Haçlı saldırıları, Anadolu’daki bazı ayaklanmalar, Moğol İstilâsı gibi sebepler, İstanbul’un fethini geciktirmişti.

1453’ün baharında…

Ancak bu defa başka bir kartalın gözbebeklerine kilitlenmişti Bizans’ın surları. İçeride maddî-manevî değerlerini yitirmiş bir imparatorluk, zevk ve sefa içindeki yöneticileri, ahlâkî hassasiyetlerini yitirmiş din adamları, fakirleşmiş ve huzuru kaçmış halkıyla şehrin, kendisini savunmak için surlarından başka bir şeyi kalmamıştı. Surların dışında aklını, ilmini, gücünü, bütün enerjisini daha çocukluğundan itibaren fethe seferber etmiş, İstanbul’a meftun, Peygamber adını taşıyan, cihangir bir komutan için bu engelin hükmü ne olabilirdi ki?

O yalnızca bir komutan mıydı? Askerî ve siyâsî dehâsının yanında mühendisliği, adâletli, liyakatli ve tecrübeli oluşu kararlılığını perçinliyordu; Batı’nın sefih ve tecrübesiz zannettiği 21 yaşındaki Sultan, 53 günlük muhasarası boyunca bazılarının hayâl bile edemeyeceği gelişmelere imza atmıştı.

Doksan yaşındaki Ensar’ın büyüğünü kutsal topraklardan İstanbul’a taşıyan ruh, bu defa genç hakanı ve ordusunu bütün benliği ile kabzetmişti. Yetmiş kadar âlim ve derviş, Anadolu ve Rumeli beylerbeyi kuvvetleri, donanma kuvvetleri, gönüllüler, büyük ateşli silahlar, toplar, seyyar kuleler, kös ve davul sesleriyle Mehter marşları eşliğinde her bir kişisiyle yekvücut olarak tarihi dönüştürmeye ant içmişti.

Ok, taş ve mızrak yağmurlarına aldırmadan, “Allah-u Ekber” sedaları ile yüreklerine giydirdikleri şehitlik gömleklerini kefenleri sayarak, çıkmış oldukları bu tek yönlü kutsal yolculukta onlar için yalnızca iki galibiyetten biri gelecekti: Ya şehadet, ya zafer!

Yirmi yedi okun saplandığı yaralı bedeniyle sancağa el olmuş yiğit, sultanının gıpta ettiği Şanlı Hasan, gülümseyen simasını burçlara bedel olarak bırakırken ruhu şükür secdesine kapanmış bir cemaatin eri olmuştu. Bu son nokta hücumun düğümünü çözmüş, açılan gediklerden Osmanlı Ordusu âdeta bir sel gibi çağlamıştı...

“Ebu’l-feth”, “Büyük Türk”, “Muhammed Han” unvanlı Fatih, Akşemseddin’in her vakit telkin ettiği gibi İstanbul’u almış ve Peygamber’inin tebşir ve tebcillerine mazhar olmuştu.

Fetih ile istilânın farkını en iyi bilen Bizans, “İstanbul’da Lâtin serpuşu görmektense Müslüman sarığını yeğlemiş”tir. O kutlu zamandan sonra yakıp yıkmayı Haçlılardan öğrenen Doğu Roma, yaşatmayı, yeşertmeyi, ihya ve inşâyı da Osmanlı’dan öğrenecekti...

Gönüllere hükmeden bir âlim, ferasetini fırsata çevirmiş, her yönüyle dehâ mahiyetinde bir komutan, cananı için canını hiçe sayan bir asker, hakikî maliklerini bekleyen ve ezanlara müştak bir mabed... İşte biri olmadığında diğerinin eksik kalacağı, fethin mütemmim cüzleri! Bütün bunlar bir fetih için ne kadar gerekli ise, bir medeniyet tesisi için de o ölçüde elzemdir. Tâ ki gönüller feth olunsun...

İstanbul… Semalarını ay-yıldızlı bayrağın, minarelerin ve ezanların, toprağını şehitlerin ve velilerin süslediği, kıtaları ve çağları buluşturan, fethin sembolü ve Fatih’in emaneti...

İstanbul… Üzerinde birçok medeniyete ev sahipliği yapmış, tarihi özetleyen şehir...

İstanbul… Sahabelerin, Allah dostlarının, sultanların rüyası, kiminin ebedî istirahatgâhı, inananların bâtıla karşı “Hakk” sevdasını yeşerttiği kutlu şehir...   

Fethin müyesserdir; varlığın, genç ama ufku geniş bir sultandan emanettir!