Hakkını
vermek
KILICIN hakkını vermek…
Tanrının hakkını Tanrı’ya, Sezar’ın hakkını Sezar’a vermek... Bir de “hakkından
gelmek” var…
Kilisenin
camiye veya caminin kiliseye çevrilmesi, özü itibariyle dinî değil, politik bir
karardır. Savaş kültürü içinde geliştirilmiş bir diyet örneğidir. Dolayısıyla
“zafer anıtı” dikmenin rövanşist örneklerindendir.
Bir
de “sivil mîras” örnekleri vardır. En yaygın sivil mîras kataloğu, vakfiyelerdir.
Vakıf malında, mîrasında esas olan, “niyet sözleşmesi”dir. Vakfiye duâları bu
nedenle hukukîleştirilmiş ahlâktır.
Bir
de Tanrı’yla sorunu olanların veya Tanrı’yı yeryüzüne kendisini yüceltmek için
indirenlerin, hattâ kendisini “Tanrı’ya yazakaldı” tadında ikonlaştıranların,
ibadetgâh/tapınak ile iletişimde zorluk çekenler var. Özellikle dini
müzeleştirmekten gizli zevk alan ikircikli ateistler var.
Ayasofya’nın
hakkıyla, ona giydirilmiş hak ve hakikatle son elli yıldır temcid pilavına
dönen Ayasofya tartışmalarındaki haklılık arasında artık bir hakikat
kalmadığını görmek lâzım. Ancak Ayasofya konusunda konuşanların kendi duruş ve
inançlarını yansıtmaları açısından bu konunun önemli bir turnusol etkisi
yaptığı çok açık.
Dolayısıyla
Ayasofya’nın bağlamı konusunda yukarıda altını çizdiğimiz tüm seçeneklerin ve
anlam kategorilerinin iç içe geçtiği ve bir bütünlük arz etmeden yorumlandığını
kabul edelim. Ancak yine de soralım: “Ayasofya
Camii” kalsın mı?
Yüzlerce
yıldır cami olan ve Osmanlı’nın parçalanmasından sonra özel bir marifetle
müzeye çevrilen bir mekânın tekrar yediği operasyondan arındırılarak aslî vazîfesine/misyonuna
dönüştürülmesi kadar doğal bir “hakkını vermek” niyeti ve çabası olamaz!
Ayasofya tabiî ki cami kalmalı…
Fakat
Ayasofya üzerinden yürütülen başka bir tartışmaya dikkat kesilmek ve asıl ikinci
dalga operasyona odaklanmak lâzım! Ayasofya’nın müzeden çıkarılıp cami olarak
ilân edilmesi, özde ve sözde bütünlük içinde AK Parti iktidarının iç ve dış
politikadaki özgüvenini ve bağımsızlığını sembolize edeceğinden, meselenin bir
“cephe kazanmak/kaybetmek” zemininde tartışmaya açılması tercihen uygun
görülüyor. Erdoğan da bu zeminden kaçmadığını beyan ediyor…
Kuşkusuz
bu atmosferde “Namaz saatleri dışında
müze olsun!” veya “Bir kısmında zaten
namaz kılınıyor ama bir de Cuma için daha büyük alanı kullanılsın” veya “Cami-kilise komşuluğu için örneklensin”
gibi birçok detay, meselenin özünden uzaklaşmayı sağlar.
Konu
çok sade: Müze kararı verenlerin bu haksız kararı düzeltilecek mi, yoksa “Karar veren iradeye karşı başka bir irade
mi sembolize ediliyor?” polemiğinde mevzu boğdurulacak mı? Sonuçta konu “hakkını
vermek” ise, birileri birilerinin hakkından gelmeli!
Ayasofya
kimin sultanı?
Müslümanların
siyâsî tarihinde var olan “sultan” gerçeği ile İslâm hakkında geliştirilmiş
düşünce tarihinde yer alan “cami” uygulamaları arasında kesişen veya ayrışan iki
önemli problem var: Kılıç hakkı olarak fethedilen yerdeki bir ibadet yerini
camiye dönüştürmek ve bir de hutbede “sultan adını” zikrederek onunla/adına
hutbe okumak…
Kuşkusuz
Müslümanların tarihinde en önemli olaylardan biri İstanbul’un Fethi’dir. Ayasofya’nın
da gündem güncellemesi hem eski tarihinden kaynaklanan önemi, hem de
İstanbul’un Fethi’nden sonra camiye dönüştürülmesine ilişkin “etkin sembol”
niteliğindeki kıymetidir.
Cumhuriyet’in
kuruluşundan sonra müzeye dönüştürülmesi ise Batılılaşma ve modernleşme
vitrinine konulan manken olmasının yanı sıra, bir de Osmanlı ile arasındaki
mesafeyi Batılıların istediği kadar açtığını ispatlama çabasının önemli bir
gerekçesi kılınmasıdır. Dolayısıyla Ayasofya konusu ne zaman açılsa, iç
politika ve dış politikada “eksen kaymasında dinî koridor” algısı hemen devreye
giriyor.
AK
Parti’nin “Danıştay’ın kararını
bekliyoruz… Gereğini yapacağız. Kamuoyunda olgunlaşmış talep var, dikkate
alacağız” gibi açıklamaları yıllar önce de “canlı yayın” tadındaki izahlara
benzediğinden, bir “Acaba banttan yayın
mı?” izlenimi oluşturuyor.
Oysa
tarih bir kez yaşanır ve o canlı yayındır! Banttan yayınlar ise tarihin tekrar
etmesi değildir, sadece hatırlanmasıdır.
Unutmayalım
ki, politikada banttan yayın demek, “İktidardan çekiliyorsun” demektir. Ve
unutmayalım ki, artık “sultan” yok, “Başkan” var!