YAZI için masaya
oturduğum günlerden biriydi 7 Mart ve ağaçlar için olağanüstü bir dönemin
başlangıcıydı. Şöyle yazıyordu takvim yaprağında: “7 Mart: Ağaçlara su yürüme zamanı.”
Yazımın
ilk paragrafını toparlamaya çalışırken balkondaki çiçeklerin kokusu burnuma
kadar ulaşıyor, perdeden sızan güneş yüzümde gölgeler oluşturuyordu. Dışarısı
çok davetkârdı. Bir an dağlara koşarak avazımın çıktığı kadar “Merhaba” diye bağırmayı
istedim.
Su,
herkes için müthiş bir uyarıcı ve can verici. Gövdelerine su yürüyünce ağaçlar
yeniden diriliyor, serpiliyor ve boy atmaya başlıyorlar. Sular yürüyünce dağ,
taş, orman yürümeye başlıyor.
Şehirden
kaçmayı şimdilik başaramasam da onlara uzaktan selâm verebilirdim. Pencereye
yanaştım, uzaklara baktım. Görünmüyor olsalar da “Merhaba dağlar!” diye
bağırdım. Sonra devam ettim: “Merhaba çiçekler! Merhaba ağaçlar! Merhaba nehir,
ırmak, göl, deniz! Merhaba yağmur! Merhaba gökyüzü! Merhaba ağaçlara yürüyen
su!”
Her
güz sonuna doğru, suyu çekilen ağaçların önce yaprakları sararır, incecik
dalları kurumaya başlar, sararan yapraklar birer ikişer düşer. Gövdesinden suyu
çekilen ağaç yarı ölüdür. Yaslansanız sizi fark etmez, elinize balta alıp
kesseniz zor hisseder. Güz biter, kış gelir; karlar yağar, toprak donar. Kışın
bazı ağaçlar kuru birer iskelet gibidir, uzaktan bakınca onları heykel sanırız.
Sonra
kış yavaşça çekilerek yerini bahara bırakmaya başlar. Topraktaki ve gökteki su,
ağaçların köklerine yanaşır. Köklerden ağaca yürümeye başlayan su, ağacın kılcal
damarlarından yukarılara koşar adım gider. Gövdeden çotaklara, oradan dallara, dallardan
yapraklara kadar ulaşan su, en uçta tekrar güneşle buluşur, göğe yükselir. Köklerine
su yürümeyen ağaç, kış uykusundan uyanamaz, suyu dallarına ulaştıramaz. O artık
ölüdür.
Köylüler,
çevrelerindeki ağaçları bahara doğru gözlemlemeye başlarlar. Gövdelerine su
yürüyen ağaçları uzaklardan dönen dostları gibi karşılarlar, onlarla selâmlaşır,
yanlarına gidip sever, dallarını okşar, diplerini havalandırıp yaz boyu su
almalarını sağlarlar. Ağaç ile insanın dostluğunun aracısı sudur.
Çocukluğumu
Kızılırmak, Gökırmak, Asarcık çayı gibi akarsuların gürül gürül aktığı suyu bol
bir coğrafyada geçirdim. Yaz ayları zaman zaman kurak geçse de “susuzluk” nedir
bilmezdik. “Susuzluk” olabileceğini ilk kavradığımda, 1979 yılında, henüz 11
yaşında, İstanbul’a yeni gelmiş bir çocuktum. İstanbul’un kadınları geceleri
kalkar, musluktan incecik akan su ile bidonları doldurmaya çalışırlardı. Yıllarca
sürdü o susuzluk hâli. Her yeri denizlerle çevrili su medeniyetinin önemli
şehri İstanbul’un susuzluğunu kabullenmekte zorlandığım gibi, lokantalarda içi
su dolu kocaman sürahilerin yerini pet şişelerin almasına da bir köylü çocuğu
olarak zor alıştım.
Zamanla
İstanbul’un susuzluk hâli Anadolu’ya yansıdı. Köydeki akrabalarımı ne zaman
arasam kuraklık ve susuzluktan bahseder oldular. Köye ziyarete gittiğimde yakınmalarının
abartılı olmadıklarını görüyordum. Üstelik ajans ve bültenlerde sıkça dünyanın
kuraklığa sürüklendiğine dair haberler yer almaya başlamıştı. Gün geçmiyordu ki
küresel ısınma, kutuplardaki buzulların erimesi ve yeraltı sularının kirlenmesine
dair yeni bilgiler edinmeyelim.
2006
veya 2007 yılıydı, köyüme gitmiştim. O ziyaretimde yaşadığım tuhaf rastlantıları
“İnsan Mevsimi” kitabında yazdım:
“Çocukluğunu
Kızılırmak ve Gökırmak çevresinde geçirmiş köy imamız Rıza Hoca ‘Balığa gidelim mi?’ diye sorunca
tereddütsüz ‘Evet!’ dedim.
Semaverimizi,
yiyeceklerimizi, bir de ağ alıp Saraydüzü’nün altında Yaylacılı köyü yakınlarından
Kızılırmak’a hızlıca ulaştık. Irmak öyle heybetli akıyordu ki suya girmeye
çekindik. Birkaç gün önce dağlara yağan yağmurun etkisi ile suyun rengi iyice
değişmişti. Çamur gibi akıyordu. Birkaç saat dalgalar içinde uğraştıysak da
balıktan yana şansımız gülmedi. Ağa takılan birkaç yayın balığını ırmağa geri
attıktan sonra elimizde kalan üç beş sazan balığını kovaya koyarak Gökırmak’a gitmek
için yola koyulduk.
Boyabat’ın
içinden geçip Sinop yönüne dönünce yan yola sapıp köprü altından ırmağın
kenarına doğru indik. Durduk. Etrafa bakındık, ırmağa baktık. Hepimiz
şoktaydık. Gürül gürül akmasını beklediğimiz ırmak yerinde yoktu. Kupkuru bir
ırmak yatağı ile karşı karşıyaydık. Taşlar ıslak bile değildi. Gazete ve
televizyonlarda her gün rastladığım küresel ısınmaya dair onlarca habere
ilgisiz kalsam da, birkaç günlük bu gezimde kuraklığı sanki ellerimle tutar
gibi oldum. Annem bile o kadar korkmuş ki, ‘Kestüren’in
suyu bile kesilmiş. Ben bu yaşıma kadar o derenin suyunun kesildiğini görmemiştim.
Allah sonumuzu hayretsin!’ deyip durdu. Kestüren suyu, Esengazili köyünün
yakınlarında yaz kış sürekli akan bir dereymiş. Çevredeki birkaç köyün suyu da
buradan sağlanıyormuş.
Köyün
etrafındaki tepelerde çocukluğumdan bildiğim küçük pınarlar vardı. Bu gidişimde
pınarların bir kısmını dolaştım. Pınar gözleri bile kupkuruydu. Hâlbuki bu
pınarlar, en kurak dönemlerde bile inceden inceye akar, pınar yatağı sürekli yeşil
olurdu. Uzaktan baktığımızda suyun o bölgede oluşturduğu neşeyi fark ederdik.
Köylülerin bağlarını, bahçelerini suladığı Asarcık çayında da su azalmıştı.
Ovadaki mısırlar, kelemler, biberler, domateslerin zaman zaman köklerine su
gitse de çiçekleri ve yaprakları kuraklığın ne derece keskin yaşandığını
gösterecek kadar belirgin işaretlere sahipti. Kuraklıktan dallarında buruşmuş
kirenleri görmek tuhafıma gitti. Dere boylarında gezerken böğürtlen toplama
hevesimi de gerçekleştiremedim, çünkü kuruyup kalmışlar dallarda.
Beni
en çok hayrete düşüren ise dalında kurumuş dutlardı. Kel Veli’nin kuyusunun
yanında iki dut ağacı var. Bizim yörenin dutları genellikle Haziran’da olur.
Kuyunun yanındaki iki dut ağacı ise, türü farklı olduğu için Ağustos’un ilk
haftasında yenecek hâle gelirdi. Bir akşamüstü ailece kuyunun yanına gittik.
Gördüklerimiz bizi iyice ürküttü; dutlar dalında kurumuşlardı. Biraz topladım,
yedim.
Kuruyemişçiden
aldığımız dut kurusu tadında idi. Ama dalından dut kurusu toplamak ne kadar
tedirgin edici bir hisse büründürüyor insanı, bilemezsiniz. Her kurumuş duta
elim değdikçe, bir kıyamet alâmetine değmiş gibi kendimi tuhaf hissettim.
Sevindiğim
tek şey ise, kuyunun suyunun hâlâ çok olmasıydı. Çocukluğumdaki günler geldi
aklıma. Ne zaman kırlara gitsek, bu kuyuların suyunda yüreğimizi serinletirdik.
Tadı hâlâ güzel, hâlâ buz gibi. Abartıyor olabilirim ama gördüklerim bana
kuraklığın kıyamet alâmeti gibi üzerimize doğru geldiğini söylüyordu. Allah
susuzluk ile imtihan etmesin, suya karşı suçluluğumuz kesin! Umarız cezamız
büyük kesilmez.”
“İnsan
Mevsimi” kitabından aktardığım bu satırların üzerinden on yıl geçti. İstanbul’un
su sorunu çözülmüş olsa da küresel ısınma, kutuplardaki buzulların erimesi ve
yeraltı sularının azalmasıyla ilgili haberler ve raporlar yayınlanmaya devam
ediyor. Konuyla ilgili uzmanlığım olmadığı için küresel su sorununa dair
yayınlanan raporların ve geleceğe ilişkin tahminlerin gerçeği ne derece
yansıttığını bilmiyorum, ancak çıplak gözle gördüklerim beni ürkütmeye yetiyor.
Su
yürümezse insan yürümez
Baharın
başlangıcında Çatalca Karaburun’da dostlarımızla buluşmuştuk. Biraz erken gidip
sahilde yürüdüm. Henüz turizm ve piknik sezonu açılmadığı için kimsecikler
yoktu. Denizi seyrettim biraz; plastikler, kâğıtlar, teneke kutular, gazete
parçaları, aklınıza ne gelirse vardı. Pırıl pırıl olması gereken deniz hiç
temiz değildi. Turizm ve piknik sezonu açılınca bu deniz kim bilir daha ne
kadar kirlenecek. Derelerimizin bir kısmının suyu elektrik santralleri ile
azaldı ya da kirlendi. Sanayi artıklarının döküldüğü bazı su kaynakları artık
zehirli akıyor. Daha pek çok kötü örnek sayabiliriz.
Su
yürümezse insan yürüyemez. Su insana küser yahut insandan çekilirse, insanın
kışı başlar. Su yürüyüşünü her yerde özgürce sürdürürse hayat devam edecek. Onun
için denizler tertemiz dalgalarıyla coşmalı, bir denize baktığımızda kıyısında
ve yüzeyinde atıkları değil, suyu görmeliyiz. Irmaklar, çaylar ve dereler
tertemiz sularını denizlere taşımalı. Yağmur saçlarımıza ve toprağa tertemiz
düşmeli. Yeraltı ırmakları kocaman yataklarında tertemiz akışını sürdürmeli. Tarlalarımıza
ve sebzelerimize temiz sular can vermeli. Her Mart ayında ağaçların gövdesine
sular yürümeli.
Unutmayalım
ki, sular ağaç gövdelerine yürümeyi bırakınca mevsimler yürümeyecek, bahar
olmayacak, mevsimler değişmeyecek! Suyumuz yürümeyince hepimiz duracak, hepimiz
öleceğiz!
Sular
yürüsün, hayat sürsün!