Sükûtun esrarı

Kelâm varsa dilde, bir de onu yazdıran kalem vardır özde; ağzımızdan çıkan her kelime nakış gibi işlenir anlara, farklı desenlerde izler bırakır gönül saraylarına.

ÇEMBER gibi çevirdiğimiz şu dünyanın suyuna gidemediğimizde “susmak” başlı başına bir eylem, kendi başına bir duruş, herkes gibi olmaktan bir kaçıştır.

Yüreğimizin en kuytu köyünde lâl şairleri dile getiren, söz söylemenin ağırlığını bize bildiren, söylerken içimizin en derinine baktıran, güzel sözcükler tutuştururken dile gönlümüzün başka hesaplara dair cümleler kurmasına müsaade etmeyen, birbirimizi incitmenin maharetinden ziyade gönül almanın zarafetini benliğimize nakşeden, insanın kendini bulma yolculuğu, akıl ile arabuluculuğu ve de kalbe ulaşmak ve benliğe kavuşmaktır sükût.

İçimizdeki sesler hiçbir lisana sığmadığında, onları anlatmaya hiçbir dil yetmediğinde, hiçbir ton içimizdeki o vaveylanın şiddetini yansıtmadığında, sükûtun asil cübbesini kuşanır otururuz yalnızlığın tahtına. Susmak, yalnızlığın anadilidir.

“Ömür Hanım, beni konuşmaya zorlama ne olur! Sözün sularını tükettim ben, kaynağını kuruttum. Geriye büyük bir sessizlik kaldı yüreğimde. Yalnızım Ömür Hanım, binlerce taş saklanıyor içimde.”

Şükrü Erbaş’ın bu satırlarıyla ifade ettiği gibi, sözün kaynağını kurutanlar, gözlerinin anlattıklarından medet umar. Oysa sade bir sessizlikti aradığımız içinde fırtınalar kopmayan, özünde kalbi yormayan. Öyle bir sessizlik ki, kimsede olmayan fakat dilinde hâlâ kullanılmamış sözcükleri olan… Kırmaktan korka korka, kırılmak oldu belki de en büyük yaramız. Şimdilerde dilimizde bir kelepçe bilmem kimden, neyden miras kaldı ömrümüze. Edebin, erkânın ve üslûbun çağın ruhuna kurban edilişine şahit olduğumuz bu demlerde konuşsak bir işkence, sussak ayrı bir çırpınış. Kendimize karşı mı, yoksa muhatabımıza mı bu mücadele?

Kendilerinin olan tek sözcük yok dillerinde. Öyle çok konuşuyorlar ki... Bir söz, insanın neresinden doğar dersiniz? Dilinden mi, yüreğinden mi, aklından mı? Düşlerinden mi, yoksa gerçeğinden mi? Ve kaç kapıdan geçip yerini bulur bir başka insanda? Yerini bulur mu gerçekten? Sözü anlamadığı bir dünyada, söz, boşluğu dövmekten başka ne işe yarıyor ki? Olanağı olsa da insanların yürekleri konuşabilseydi dilleri yerine, her şey daha yalansız, daha içten olurdu. Aklı silmeli diyorum insan ilişkilerinden. Yanılıyor muyum? Olsun. Yanıldığımı biliyorum ya...” (Ömür Hanımla Güz Konuşmaları, Şükrü Erbaş)

Sözcükler insanın özünden gelen katrelerin kabıdır. İçinde ne varsa o kaba onu damıtır. Kimi susarak anlatır meramını, kimi konuşarak. Zor değildir aslında kalplerin kodlarına çözmek; kullanılan kelimelerin izdüşümünü seyrettiğimizde kırılır tüm şifreler. Kelimeleri inci kolyeler gibi itina ile tek tek dizenler ruh-i itminan uyandırırken, kimilerinin kurduğu cümleler balyoz darbelerine benzer, indiği gönlü tahrip eder.

Susmaktan kastımız hiç konuşmamak değil, boş konuşmamak. Çünkü boş değildir kelimeler. Boşlukta kalmaz, mutlaka bir kalbe misafir olur. Ya sıcak bir renge büründürür yahut oraya kar boran düşürür. “Hayat” denen muamma bir yaşamın kollarında birikiyor tüm sözcükler, son derece güçlü etkiler bırakıyor hitap edilende. Kiminin yüreğini bahar bahçe eylerken, kiminin(kini) çorak çöllere çeviriyor. Keşke yenilebilir, içilebilir bir şey olsa kelimeler; başkasına ikram etmeden önce tadına kendimiz bakabilsek… Belki o zaman dili hassas bir terazi eyler, ağzımızdan çıkan her cümleyi kazan kazan değil de ölçüp biçip itina ile porsiyon porsiyon servis ederdik muhatabına.  

Olacaktır elbet zaman zaman eş, dost, arkadaş ve evlâdımızla olan münasebetlerimizde aynı dili konuşamamak, aynı dilde buluşamamak. İşte bu gibi durumlarda içimizdeki denizin kabarmasına engel olmak adına insan dönmeli yüzünü güneşe, dönüp biraz susmalı. Ve nihayetinde içimizde dinginleşen denizin dalgaları (kelimeler) yürek sahiline nazlı nazlı vurmalı. Muhatabımızın boynunu büküp sessizliğin kuyularına dalmamalı.

Tatlı dil yılanı yuvasından çıkmaya ikna ediyorsa şayet, insanın insana hitabı, kullandığı ses tonu, beden dili, seçtiği kelimeler ile hayrın, güzelliğin, iyiliğin ve hoşgörünün kapılarını aralamak çok da zor olmamalı. Fakat niyet ne kadar güzel olursa olsun, üslûpsuzluk maharetinin nice güzel sözün de etkisini yitirmesine neden olduğunu da her daim hatırda tutmalı. Çünkü üslûp, sihirli bir değnek misâli dokunduğu kelimenin rengini, değerini değiştirir.

Kâinattaki her varlığın birbiriyle kendine özgü iletişimi vardır. Fakat konuşmak sadece insana has bir özelliktir. Kelâm varsa dilde, bir de onu yazdıran kalem vardır özde; ağzımızdan çıkan her kelime nakış gibi işlenir anlara, farklı desenlerde izler bırakır gönül saraylarına.

“Bir gönül yapmak gelmiyorsa elinden, bari bir gönül yıkılmasın dilinden.” (Celâleddin-i Rûmî)