Sükûneti yırtan çağ

Bir şeyi hem saflık, hem iman, hem de aklıyla ölçüp biçtiği, eylemleriyle şekillendirdiği yerde insanın ümidi büyür.

GÜNEŞ doğarken, İstanbul’un yavaş yavaş aydınlanmaya başlamasıyla birlikte, Ramazan ayının ilk günü de başlamıştı. Semt camisi, sabah ezanıyla birlikte uyanan ve yalnız yaşayan adamın evine yakındı. Her sabah olduğu gibi bu sabah da camiye gitmeye karar verdi.

Yavaşça kalktı, abdest aldı ve evden çıktı. Sessiz sokaklarda yürürken, kuşların cıvıltıları ve rüzgârın hafif esintisi, yürüyüşünde ona eşlik etti. Caminin kapısına geldiğinde, içerideki samimî atmosferi hissetti. Namazını kılmadan önce dua etti ve oruç tutacağı için kendisine güç vermesi hakkında Allah’a niyazda bulundu. İlk gün oruç tutmak zor olsa da camiye gitmek ve diğer müminlerle ibadet etmek, yalnız yaşayan adamı motive etti.

İstanbul’un büyüsü, Ramazan ayı boyunca her geçen gün daha da büyüdü. Akşamları camiye gidip teravih namazlarını eda etmek, yeni insanlarla tanışmak ve paylaşmak, ona büyük bir mutluluk veriyordu.

Hafta sonuydu. Baharın cılız güneşi yedi tepeli bu şehrin siluetine vurmaya koyulmuş, binaların, semtlerin üstündeki gölgeleri birer birer silmeye yüz tutmuştu. Mukadderatına kalubelada yalnızlık yazılmış olan Âdemoğlundan kahramanımız kendisini dışarı vurmuştu. Galata’dan Eminönü’ne doğru yürüyüp Yeni Cami’de bir soluklanayım diye düşündü. Köprüyü geçerken kâh Sarayburnu’nun siluetini seyre koyuluyor, kâh başını çevirip balık tutanların oltalarına, kovalarına gözü takılıyordu. Haliç’in bereketli suları, nasibini kendi koynunda arayanları da boş çevirmiyordu. Kimisinin kovası tıklım tıklımken, kimininse henüz yeni dolmaya başlıyordu.

Yürüdü. Köprü bitiminde, Eminönü’nün o mahşeri kalabalığının hengâmesinin içinde buldu kendisini. Arabalar, kornalar, insan seli bir yerden bir yere durmaksızın akıyordu. Epey yürüdükten sonra vardı Yeni Cami’nin avlusuna. Oturdu bir mermer sütunun gölgesine. Avlunun sükûnetini, uhrevî havasını soludu içini doldururcasına.

Sakinleşmiş, kalabalığın getirdiği tedirginlik ve gerilim, yerini huzura, sükûnete bırakmıştı. Derin bir soluk aldı, başını çevirdi sağ köşede yemlerini yiyen güvercin sürüsüne. Kuşlar güzeldi. Hele koca caminin avlusunda daha da güzeldi. Tebessüm etti ve düşündü:

“Attığımız her adımda birçok korku, kaygı bize eşlik ediyor. İmkân olsa çoğumuz bu yürüyüşü durdurup bir kenarda nefeslenmek ister. Ancak hayatı ıskalama korkusu insanları sürekli yürümeye mecbur bırakıyor. Bu mecburiyet altında bir yürüyüş yapıyor ama yürüyüşün amaçlarını ıskalıyoruz. Çünkü içinde yaşadığımız zaman, hayatı anlamlı kılan şevkimizi, yüreğimizin ritmini yok ediyor. Yaşadığımız çağda bir şeyleri yakalayabilmek için hızla koşarken aslında neleri ıskalıyoruz…

Evet, madem aziz Ramazan zamanın çıldırmışçasına akan bu tüketim çağında vaktin bile bir sahibi olduğunu ve ona bir ruh kattığını bize fısıldıyor. O vakit biz de durup düşünmeliyiz ne için, ne misyonla, ne motivasyonla yaşamakta olduğumuzu. Veya yaşamakta mıyız, yoksa yaşadığımızı varsayıp nice yaşanması, idrak edilmesi, anlaşılması gereken hayat nimetlerine kalp gözümüzü kapayıp bu kaos çağının hızıyla zehirlenmiş miyiz?

Ramazan bir dinginlik ruha, göze, bedene ve idrake. Rabbimiz yalnızca bedenimizi oruç ile dinlendirmemizi değil, kim bilir daha nice dinlendirici hasleti bu kadim ayıyla birlikte bize sunuyor fakat biz bakar kör olan gözlerimiz ile görememekteyiz.”

Düşünmeye devam etti yine yalnız adam. Şu gökyüzünde dolaşan martılar, Sarayburnu’nun bu denizle buluşan tarihî surları, bu kadim şehrin seyre doyulmaz manzarası… Kim bilir günde kaç insan gelip buradan geçerken cümle bu güzelliklerin tadına, anlamına vararak bakıp da düşünmeden vurup geçiyor.

Derken, semada “Allah-u Ekber” nidası yankılandı koca âlemin üstünde. Serin suda abdestini alıp, “Rabbimin büyüklüğüne, cömertliğine akıl sır ermez. Biz kulların, Senin lütf-u kereminin kıymetini yine de bilemeyiz” diye kendi kendine söylenerek camiye doğru yola koyuldu.

İftar, ibadet ve sahur, yalnız adamın içinde bir şeyleri de değiştirmeye başlamıştı iyiden iyiye. Dinlediği Kur’ân, kendine hâkim olma, nefsinin üzerindeki hükmünü kavileştirdiği iradesi, namazı ve orucu dimağını da berraklaştırıyordu. Açlığın ve yalnızlığın düşünceye daha da yol vermesiyle, “Kulluğun ne denli kıymete mazhar ve yüksek bir makam olduğunu anlamak gerek” diyordu kendi kendine.

Bir yandan vakit geçsin, bir yandan da efkârı dağılsın diye bu ayda mutat hâle getirdiği yürüyüşleri de iyi gelmişti yalnız ruhuna. Oturuyor, insanları, dışarıyı seyrediyor ve dinleniyordu. Sesler, yüzler ve sokaklar ona bir şeyler anlatıyordu elbette yalnızlığa, yaşama ve hikmete dair.

Yine bir gün Suriçi’nde, Cankurtaran sahilindeki surlardan Ayasofya Camiî’ne doğru yürürken, sokağın Osmanlı’dan kalma kimliğini epey epey koruduğuna şahit oluyordu. “Sahi, bu semt tarihî dokusundan pek bir şey kaybetmeden kalabilmiş” diye düşünüyor, duvarlarda, evlerde, ibadethanelerde canı kanlı tarihi seyrediyordu yürüyüş güzergâhında. Cumbalı Osmanlı evlerinin sokağına vardığında durdu ve bir süre sokağı bütünüyle seyre koyulduktan sonra kendince söyleniverdi:

“Modern şehirde insan hayatını sürekli birbirine benzer duvarlar arasına hapseden, dünyaya sırtını dönen, ona karşı duyarsız ve önemsiz sayılan bir insan telakkisi görüyoruz. Buna karşılık Osmanlı şehri sakin, hareketli yol şeması üzerinde; yol boyunca yeri, biçimi, şahsiyeti değişen evlerin arasında büyük abidelerin bulunduğu yerleri, büyük abidevî ağaçların bulunduğu meydanları, alçak duvarlardan sarkan çiçekleri yahut meyve ağaçlarının sarkan dallarını görerek ve parlak, farklı renklere sahip evlerin arasından geçerek, her an yeni bir güzellikle karşılaşarak yaşayan bir insan için vücuda getirilmiş bulunuyor…

Dün, bugün, tarih ve şimdi… Haz çağı ve insan fıtratını baz alan çağ… Sahi, daha nice muhakeme edilecek nokta var. Bu Ramazan bana ne çok da düşünme fırsatı sundu yahu!”

Günün en mahzun, en içine dokunan noktası da iftar sofrasında yüzüne vuran yalnızlıktı. İçine dokunuyordu bu mahrumiyet. Fakat olsundu, buna da şükürdü: “Hem işlediğimiz sevap ve günahlar için Allah’ın karşısında yalnızız zaten. İftarda istersek bin kişiyle yan yana olalım, Peyami Safa’nın da dediği gibi, hepimiz ilânihaye yalnızız.”

Bir gün aniden karar değiştirdi. Bir fikir gelmişti aklına: Namaza gidip gelirken tanış olduğu cami eşrafından yalnız ve yaşlı ihtiyarı iftara davet etmeyi düşündü. Güzel bir fikirdi. İçini güzel bir sevinç kaplamıştı.

Ramazan ayının son günü, yalnız yaşayan adam camiye gitmek yerine evinde iftar yemeği düzenledi. Cami cemaatinden birkaç yaşlı ve yalnız Allah dostu namaz arkadaşını davet etti sofrasına. Masada paylaşılan yemekler, sohbetler ve dua ona büyük bir huzur ve mutluluk verdi.

Ramazan yalnız kahramanımız için bir terbiye, gözlem ve içe yolculuğun mevsimi gibiydi. Bir ay gelmiş de geçmekteydi bile. “Oruç, geldiğinde insanı da dirilten, eğiten bir mürebbiye gibi düşündürdükleri, gösterdikleri ve idrak ettirdikleriyle birlikte geliyormuş demek” dedi yalnız kahraman. Fakat içinde yaşamaya ve hayat sonrasındaki âleme dair esas insanda yeşerttiği şeyin “ümit” olduğunu anladı. Hem öyle değil miydi aslında yaşamın da, orucun da, iftarın ve İslâm olmanın da ardında yatan şeyin ümit olduğu gerçeği? Müslümana ümitsizlik men edilmişti resmen Rabbi tarafından.

Bayram namazına doğru yol alırken camiye doğru, gece okuduğu kitaptaki satırlar geldi aklına kahramanımızın. Ne diyordu Mustafa Kutlu “Nur” adlı eserinde? “Ümit kalbimizde bir kuştur, sürekli öter.” Kahramanımız içinse ümit, insanın kendisi tarafından içine küçük bir tohum gibi atılan, sonra oraya bir bebeğin anne rahmine yerleştiği gibi yerleşen, günün sonunda büyüyüp büyüyüp, onu sarıp sarmalayan bir inanma biçimi…

Bir şeyi hem saflık, hem iman, hem de aklıyla ölçüp biçtiği, eylemleriyle şekillendirdiği yerde insanın ümidi büyür. Her ne kadar eskiler “Umma ki küsmeyesin” deseler de insanın umudu başkasından değil, yalnız Rabbinden ve kendinden olunca bir şekilde küsmez oluyor hiç kimseye.