Sükûnet frekansı

Sesi doğru kullanmalı. Sözü sese dökerken özen göstermeli. Ağızdan çıkanların enerjiye dönüşeceği hesap edilmeli. Yaradan’ın kelâmını ses titreşimleriyle evlerimize, hanelerimize ve kalplerimize yaymalı. İşte bu yolla daha dingin ve huzurlu ruh hâllerine kavuşabilir ve çevreye böyle müspet etkiler bırakabiliriz.

SESLER ve seslerin etkileşimi insana has çevreyi derleyip toplayabiliyor ya da darmadağın bir hâle sokabiliyor. Öte yandan insan kulağının duyabileceği ses frekansında bir alt sınır olduğu gibi bir üst sınır da var. Yani sadece çok düşük sesleri duyamıyor değiliz, çok yüksek sesleri de işetmiyoruz.

İnsan kulağının işitebildiği ses frekansının 20 ilâ 20 bin Hertz arası olduğu söyleniyor. Ama en verimli aralık 250 ilâ 3 bin Hertz arasıymış.

Ah insanoğlu! Her şeyi sınırlı ve kısıtlı ve bilhassa da perdeli olan bu aciz ömründe ne kadar da çok şeyi biliyor gibi konuşuyoruz. İnkâr edebiliyor, aklımızın yetmediğini yadsıyabiliyoruz. Yaradan’ın buyruklarına akıl yürütüyor, yanlış istikametlerdeki bu akıl yürütme eylemlerimizi bile temel gerçeklik olarak kabul ediyoruz. Yani en azından bir kısmımız bu sınır aşma handikabında boy gösteriyor. Orası kesin. Gelelim seslere…

Evet, pek çok şeyin sesi var. Belki de her şeyin… Çünkü biliyoruz ki her şey O’nu tespih eder. Ya dil, ya da hâl ile… İslâm âlimleri her ikisiyle de bütün evrenin tespih ettiğini söylerler. Bu tespih edişlerin hepsinde ses var mı, yok mu, Yüce Allah (cc) bilir.

“Yedi kat gök, yer ve bunlarda bulunan herkes O’nu tesbîh eder. O’nu hamd ile tesbîh etmeyen hiçbir şey yoktur. Ne var ki siz, onların tesbîhini anlamazsınız. O, Halîm’dir, Ğafûr’dur.” (İsrâ, 44)

Meselâ bilim insanları yıldızların bile kendine ait bir sesi olabileceği görüşü üzerinde duruyor. Allah-u âlem. Ama varsa bile iki nedenden dolayı bizim bu sesleri duymamız mümkün değil. Ses için gereken titreşimin yayılabilmesi gerekiyor. Atmosferde bu yayılmayı sağlayan metalar mevcut. Ama hava boşluğunda, sürtünmenin olmadığı fezada ses dalgalarının yolculuk etmesi çok mümkün sayılmıyor. Bu yüzden gök cisimlerinin sesi varsa bile, yolculuk etmediklerinden duyulmuyor. Fakat bir başka sebebi daha var ki, yıldızların sesi varsa bile bırakın insan kulağını, insanın algılayamadığı sesleri işitebilen bazı hayvanların bile duyabileceği sınırdan katbekat yüksek olacağından, bizim bu seslere denk gelmemiz mümkün değil. Peki, bu önemli mi? Hayır! Ama önemli olan çıkarım şu ki, insan, çok yüksek sesleri duyamıyor.

Bilim, duyulabilen frekans sınırını 20 bin Hertz olarak nitelemiş. Haydi 30 bin olsun. Ya da yanılsınlar da 10 bin olsun. Fark etmez. Çünkü bu sınırın bilmem kaç Hertz olması bizi bağlamıyor. Bize ders veren olay şu ki, istediğimiz birim veya sayıyla ifade edelim, en nihayetinde duyma yetimizin erişemediği bir sınır mevcut.

Ne ilginç değil mi? Şimdi ben iç sesimle konuşsam ya da fısıldasam bunu metrelerce öteden duyamayan biri şaşkınlık yaşamaz. Ama eğer ben 20 bin Hertzden daha fazla ses çıkarabilecek olsaydım, bunu yanımdaki insanın bile duyamayacak olması oldukça şaşırtıcı gelir. İşte bu Rabbanî bir ders! Yaradan bütün evreni ve evrenin içindeki unsurları belli hudutlar içine hapsetmiştir. Bu hudutları geçememek insanı eksik kılabilir mi? Asla! Çünkü geçiş izni Yaradan tarafından verilmemiş. Ama insanı eksik, cahil ve gafil yapacak bir husus var, hemen söyleyeyim: Bütün yeti ve kabiliyetlerinin sınırları dışındaki gerçekliği inkâr etmek… İşte bu, cehaletin bayraktarlığına soyunmak demek!

Kim bilir, duyabildiğimiz alt ve üst ses frekansları dışında ne sesler var kâinatta. Bunları duyamıyor oluşumuz perdenin bir kısmı. Daha göremediğimiz, bilemediğimiz öyle çok şey var ki. Zaten her şeyi duyabilmek ve her şeyi görebilmek gibi sınırsız eylemler ancak Yaradan’a ait olabilir. Peki, insan çok güvendiği bilimsel verilerle bile sınırlı olduğu gerçeğiyle defalarca yüzleşmesine rağmen, nasıl olur da bu sınırlı algı sistemine sığmayan kudreti inkâr edebilir? Ne büyük gaflet!

Peygamberlerin bizden daha fazlasını duyabildiğini biliyoruz. Çünkü bu kabiliyeti Peygamberlere Allah veriyor. Sevgili Peygamberimiz, Efendimiz Hazreti Muhammed (sav), ağlayan kütüğün sesini duymuştu. Kendisine selâm veren dağların ve ağaçların seslerini de… Madem biz insanlar belli bir frekans aralığında işitebiliyoruz, bu, kâinattaki seslerin değil, bizim duyma yetimizin sınırlı olduğunu gösterir. Yani 20 bin Hertzden fazlasının olmadığını değil, bizim o sınıra kadar icazet alabildiğimizi işaret eder. İnsan hakikaten kısıtlıdır. Bu imtihanhanede çeşitli perdelerle örtülüdür. Görebildiği şeyler ancak izin verilen kadardır. O zaman kendi salahiyetimize göre algıladığımız dünyanın ötesine ancak iman ve teslimiyetle vâkıf olabiliriz.

Akıl her ne kadar sınırlı olsa da Yaradan’ın varlığı, görmeden de kabul edilebilir. Çünkü kâinat harika bir sistem üzere kuruludur ve bu harika sistem ancak bir Yaratıcının varlığına delildir. Ama Yaradan’ın bütün emir ve yasaklarına aklın yatmasını beklemek cehalet olur. Misâl, içkinin zararları henüz bilinmiyor olsun. Yaradan içkiyi haram kıldığında, içkinin zararlarını bilimsel olarak henüz ortaya koyamamış bir insanlık, bunu aklî gerekçelerle reddettiğinde komik ve zavallı bir hâle düşmektedir. Her İlâhî kanun bilimle anlaşılacak diye bir şey yoktur. Çünkü her yetisi sınırlı olan insan, bilimle bazı gerçeklere ya çok sonra varabilir ya da bazen hiç varamaz. Bugün tıpta bilinenler nasıl ki bundan yüzyıllar önce bilinmiyordu ise, bugün bilemediğimiz pek çok şey de bundan yüzyıllar sonra ispat edilebilir. Fakat bazı şeyler kıyamete kadar bilim tarafından açıklanamayacak, anlaşılamayacaktır. Tıpkı bu ses olayı gibi…

Yine bilimsel genel kabullere dayanarak birkaç şey söylemek istiyorum.

Sesin hiç kaybolmadığı yönünde de genel bir kanaat var. Diyorlar ki, evren bütün sesleri kaydediyor. Olabilir. Çünkü ses bir titreşim olayı. Bu titreşimin giderek azaldığı ama hiç yok olmadığı öne sürülüyor. Ve bütün bunları tam olarak saptayabilmiş değiliz. Perdeler… Perdeler…

İnsan bu âlemde perdelerle yaşadığını kabul etmek zorunda. Eğer perde olmasaydı gözün görebilmesinde mesafenin ve hava şartlarının bir etkisi bulunmaz, dünyanın öbür ucunu bile bir bakışta görebilirdik. Nasıl el yapımı bir duvarın arkasını göremiyorsak, Yaradan’ın eseri olan bu fâni âlemin ötesini de göremiyoruz. Bu kadar açık ve net!

Duvarın arkasındaki bir nesneyi göremediği için o nesneyi yok sayan bir akıl ne kadar zavallıysa, yaratılmış bütün âlemleri ve onları Yaradan’ı göremediği için onları yok sayan aynı hâldedir.

Gelelim sükûnet frekansına…

Madem ses bir enerji türü ve madem yayılabilen ve çok uzaklara erişebilen bir olgu, o hâlde etkisi de hayatımızda sandığımızdan fazla demektir. Şöyle ki; ses, rüzgârla taşınabiliyor. Ses uzaya kadar yayılabiliyor. Duyulmayan frekanslarda bile ses, varlığını (titreşimini) sürdürebiliyor. Öyleyse sesi hayatımızda çok daha aktif ve doğru kullanmak, manevî dinginliği ve sükûneti sağlayabilir. Hatta çok uzak çevrelere de etki edebilir.

Dua etmek, tespih çekmek, Kur’ân okumak… Hepsi bir şekilde ses titreşiminden faydalandığımız eylemler. Namazda duaları bile tamamen sessiz okumamamızı söyler Yaradan: “Namazında niyazında sesini fazla yükseltme, fazla da kısma, ikisinin arasında bir yol tut.” (İsra, 110)

Bu sesleri evvelâ kendi kulağın duyar. Kulaktan kalbe erişir ve kalp iman eder, huzur bulur, dinginleşir. Zikir de böyle yayılır kâinata. Bir hanede zikrediliyor, Kur’ân okunuyorsa, o evdeki eşyanın bile hâli değişir. Canlı cansız bütün varlıklar bu güzel kelâm ile yoğrulur. İnsan kulağı kendinden ya da başka bir kaynaktan Yaradan’ın kelâmını işittikçe bütün uç hâlleri törpülenir.

Sükûnete ve huzura erişebilmede hayatı ve olayları değiştirebilmek değil aslolan. Bütün mevzu, hayatın değişkenleri ve iniş-çıkışları karşısında çok uçlara varmayan duygularda dengeyi sağlayabilmek. Fakat bu denge meselesi ancak zikir ve dua ile, bu ses titreşimlerinin sürekli çevremizde olumlu bir enerjiyi var etmesiyle ilgili.

Dua, gerçek bir enerjidir. Dua ve zikir, kâinatta kaybolamaz, yok olamazlar. Hiçbir ses titreşimi, duaların ve zikrin insan sesiyle kâinata yayılmasından daha etkin olamaz. İşte bu yüzden bazı telkinleri sesli yapmamız gerektiği de söylenir. Meselâ bir işi başarmak konusunda kendini motive etmek için bunun sesli tekrarının önemine vurgu yaparlar. Çünkü sese dönüşen enerji hem kalıcı, hem etkindir. Ayrıca insanın kalbine ve hücrelerine işler. Bu yüzden İslâm’da da söze çok kıymet verilir. İnsanın kendi başınayken bile ağzından çıkanlara dikkat etmesi öğütlenir.

Tüm bu hususları bilim bütünüyle açıklayamaz. Ama sadece bilinenlerden bile yola çıkarsak, sesin ne derece etkin bir varlık olduğunu anlamak mümkün. Uç duygularını törpülemek isteyen, daha dingin ve daha sakin bir ruh hâline kavuşmak, kendini fıtrî kodlarla yenilemek isteyen, dilinden zikri ve Yaradan’ın kelâmını eksik etmemelidir.

Kur’ân okunan evlerde çocukların bile daha dingin olması bu yüzdendir. Ve hatta bu hususta duyanın aynı zamanda dinliyor olması bile gerekmez. Bebeklerin kulağına okunan ezan öyle bir enerjidir ki insan, hayatı boyunca o ezan sesini hatırlamasa da son nefese kadar o ezanın etkisinde yaşar. Kendisinin buna vâkıf olmasına gerek bile yoktur.

Sesi doğru kullanmalı. Sözü sese dökerken özen göstermeli. Ağızdan çıkanların enerjiye dönüşeceği hesap edilmeli. Yaradan’ın kelâmını ses titreşimleriyle evlerimize, hanelerimize ve kalplerimize yaymalı. İşte bu yolla daha dingin ve huzurlu ruh hâllerine kavuşabilir ve çevreye böyle müspet etkiler bırakabiliriz.