İNGİLTERE (Birleşik
Krallık) Ayr’da 1930’da doğmuş olan bir İskoçyalı Ian Dallas, senaryo yazarlığı
ve aktörlük yapmış, 1967’de ise Müslüman olup “Abdülkadir Es-Sufi” adını
almıştır. Fas’ta ihtida edip Darkaviye tarikatına katılmış ve onun şeyhi
Seyyidina Şeyh’e bağlanmış. Yaşadığı tecrübeleri, otobiyografi olarak yazdığı
“Gariplerin Kitabı”nda toplamış.
Fas’ta
Şeyh Muhammed İbnü’l-Habib ve Muhammed El-Feyturi Hamude’den icâzet alarak
Darkaviye tarikatının iki ayrı kolu olan Habibiye ve Aleviye’yi birleştirerek,
1972’de İngiltere’de Warwick Avenue’de kurduğu zaviyede, idaresindeki
tarikatını “Habibiye Sufi Tarikatı”, bağlılarını ise “fukara” diye adlandırmış.
Warwick
Avenue’de, 1972’de kendisinin yalnızca Hazreti Muhammed’in sahip olduğu
benzersiz ilimlerle donatıldığını söyleyerek, adını “Abdülkadir Es-Sufi” olarak
ilân eder. İhtidasının üzerinden beş yıl geçmişken, benzersiz ilimlerle nasıl
olup da donandığını ve Hazreti Muhammed’in sahip oldukları ile kendisine
olanları nasıl mukayese edebildiğini açıklama ihtiyacı bile duymamıştır. O
tarihte bağlılarının önemli bir kısmı müzisyendir.
Ancak
burada durmaz. Abdülkadir bu sırada kendisini, hatalardan arınmış ve “âlimü’l-gayb”
sayar. Müridlerine, mahiyetini yalnızca kendisinin bildiği gayb suyu ile
gusletmelerini telkin eder. Zikir meclislerinde gaybdan gelen gizli ilimleri
dervişlerinin kalplerine akıtarak onları arındırmaya çalışmış olduğunu söyler.
(Ziyaüddin Serdar, Cenneti Arayan Adam, İstanbul 2018)
Kimi
ne kadar arındırabildiği bilgisine sahip değiliz. Görünen odur ki, kendisine
biçtiği pâyede bir sınır tanımamıştır. Fas’tan Darkavi Şeyhi Muhammed İbnü’l-Habibi’ye
bağlı iken yazdığı “Gariplerin Kitabı”, “Yüz Basamak”, “Ayetlerden İşaretler”
ve “Muhammedî Yol” adlı kitapları kısa aralıklarla Türkçeye çevrilip
yayınlanmıştır. Yaşar Kaplan’ın sahibi olduğu Aylık Dergi, 1980’li yıllarda
Abdülkadir’in görüş ve makalelerini Türkçeye çevirip, “Batı’ya Karşı İslâm”, “İslâm
ve İslâm’ın Devletçi Düşmanları”, “İslâm ve Müslümanların Sorumlulukları” gibi
başlıklarla yayınlamıştır. Muhtemelen bu yayınlar ile Abdülkadir’in görüşleri,
tasavvufla ilgili olmayan çevrelere de ulaşmış oldu.
***
Abdülkadir
Es-Sufi, Fas Rabat’a yaptığı bir seyahatte Malikî mezhebi âlimlerinden Kadı Iyaz’ın
(Ö.1083), Hazreti Muhammed’in Sîreti olarak yazdığı kitapla karşılaşır. Hiçbir
kütüphanede bulunamayacağı kanaatinde olduğu bu kitabı “Allah yolunda cihad
ederken keşfettiğini” açıklamıştır. Kitap elbette Malikî mezhebinin önemini
vurgulayan görüşlerle doludur. Abdülkadir, “diğer bütün mezheplerin İslâm’dan
birer sapma olduğunu, ancak Malikî mezhebinin hiçbir sapmaya yer vermeyen
gerçek İslâm’ı anlattığını” belirterek müridlerinden Arapça konuşmalarını istemiştir.
Bu dönemde adını da “Abdülkadir Es-Sufi El-Malikî” diye yenilemiştir.
Bir
süre sonra Abdülkadir’in “sahibi olduğu cemaat” bölünür. Abdülkadir, küçülen
cemaatiyle saf bir Müslüman köyü kurmak için Norwich’e taşınır. Köyü askeriî
bir garnizon gibi düzenler. Burada “Cihad: Bir Temel Tasarım” adlı kitabını
yayınlar. İsmet Özel’in Türkçeye çevirdiği kitap, 1980’de yayınlanmıştır. Cihad
kitabında önemli ölçüde ulusal sembollerin, ayinlerin terk edilmesi çağrısı yer
almıştır.
12
Eylül 1980 Askerî Darbesi’nden bir hafta önce Konya’da yapılan “Kudüs Mitingi”nde
İstiklâl Marşı okunurken bir grup gencin oturarak marşı protesto etmesinde,
Abdülkadir’in “Cihad” kitabının etkili olduğu varsayılmıştır. Darbeciler de
böyle düşünmüş olmalılar ki darbeden sonra kitabı basan Yeryüzü Yayınevi sahibi
ile çevirmeni hakkında bu olay nedeniyle dâvâ açılmıştır. Ulusal çevrelerin
Türkiye’de İstiklâl Marşı’nın ulusal değer ve sembollere yer vermediği için
eleştirmelerine karşılık aynı marşın ulusal sembolleri protesto etmek isteyen
genç kuşakların itirazlarına konu olması önemli bir çelişkidir.
***
1978’de,
Düşünce Dergisi’nde Abdülkadir ile yapılan bir röportaj yayınlanmıştır.
Türkiye’de İslâmcı çevrelerin gelecek hayâllerini büyük ölçüde “İslâm
Devleti’ne” bağladıkları bir dönemde, Abdülkadir, “İslâm Devleti isteğini İslâm’a
düşmanlık” olarak ileri sürmüştür.
1990’larda
Ersin Balcı tarafından yine Abdülkadir ile yapılan röportajların İslâm ve
İzlenim Dergilerinde yayınlanmış olması, Abdülkadir’e karşı özellikle tasavvuf
çevrelerinde ilginin devam ettiğini göstermiştir. Abdülkadir bu röportajlarda
da bankacılık ve devlet düzeninin İslâm’da olmadığı hususundaki görüşlerini
tekrarlamıştır.
Abdülkadir,
Norwich’ten “Resûlullah’ın takipçisi olmaya uygun Müslüman tipi yetiştirmek
için” İspanya’daki Granada’ya taşınmıştır. Beraberinde Granada’ya gelen
Müslümanları “Murabıt” diye adlandırmıştır. Murabıt ise sınır boylarındaki
kale/rabatın bekçileri demektir. Murabıt için, on birinci yüzyılda Kuzey
Afrika’nın kırsal kabileleri (Berberiler) arasında veraset yoluyla geçen kadı
ve yaşayan veli anlamı da verilmiştir. Murabıtlar Kuzey Afrika’da on birinci ve
on ikinci yüzyılda bir hanedanlık kurup, altına dayalı bir para düzeni
kurmuşlardı. Altına dayalı bu para birimini Abdülkadir çok beğenmiş, İslâm
dünyasındaki geçerli bütün para birimlerinin değiştirilerek “dinar” adıyla
Murabıtların para sistemine geçilmesini savunmuş, bu dönemde adını yine
değiştirerek, “Abdülkadir Es-Sufi El-Malikî El-Murabıt” olarak yenilemiştir.
***
Şeyh
Abdülkadir’in Türkçe yayınlanan ilk kitabı olan “Gariplerin Kitabı”, 1979’da
yine İsmet Özel’in çevirisi ile basılmıştır. Abdülkadir, İslâm’da elbette
sufiliğin ayrıcalıklı bir yerinin olduğunu iddia etmiştir. Ona göre toplumun
İslâmileştirilmesi de sufilerin eliyle olabilecek bir iştir. 1978’de Düşünce Dergisi’nde
yayınlanan röportajında, “devlet ve İslâm Devleti” kavramına özellikle
muhalefet etmiştir. Modern devletin Hazreti Muhammed zamanındakinden farklı
olduğunu ve totaliterliği öngördüğünü, Hazreti Osman’dan sonra Hilâfetin
Cahiliye Devri (İslâmiyet öncesi) diktasına dönüştüğünü, o zamandan beri
temelde Cahiliye Devri yönetiminin hüküm sürdüğünü, Hazreti Ali’nin ölümüyle
birlikte İslâm toplumunda din ve devletin ayrılığının varlığını iddia etmiştir.
Esas olanın devlet değil, halife olduğunu savunmuştur. Devlet gibi bir imkân ve
iktidara sahip olmayan halifenin ne iş yapabileceği sorusu ile ilgilenmemiştir.
***
Kendisi
her ne kadar “yalnızca Hazreti Muhammed’in sahibi olduğu benzersiz ilimler ile
donatılmış” olduğuna kani idiyse de Abdülkadir’in herhangi bir alanda uzmanlığı
bilinmemektedir. Bu kanaatiyledir ki, oldukça farklı alanlarda (kelâm, fıkıh,
tarih, ekonomi, siyâset gibi) kitaplar yazmıştır. Müridlerinin onda var olduğuna
inandıkları benzersiz ilmi Türkiye’de de bazı çevreler teslim etmiş, onun
kitaplarını peş peşe tercüme edip yayınlamışlardır.
Abdülkadir,
insanları tasavvufa dayalı bir İslâm’a davet etmiştir. Tasavvufun şeriat ile
sınırlı olduğunu savunmuştur. Malikî mezhebini öncüsü İmam Malik tarafından
derlenmiş olan “Muvatta” adlı hadîs kitabını önemli referansları arasında
saymıştır. Cemaleddin Afgani, Muhammed Abduh ve Reşit Rıza gibi bilginleri,
Düşünce Dergisi’ndeki röportajında şiddetle eleştirmiş, “İslâm modernisti”
oldukları iddiası ile adı geçen şahısların görüşlerinin terk edilmesi icap
ettiğini savunmuştur. Muhammed Abduh’u “bankacılığın İslâm’a uyduğu görüşünü
ortaya atmak ve İngiliz ajanlığı”, Reşit Rıza’yı ise “faizi meşru görüyor olmak”
ile suçlamıştır. Adı geçen bilginlere yönelttiği suçlamaların Türkiye’deki
geleneksel tasavvuf çevreleri ile benzerliği kadar, bir mesnede dayanmamış
olması da dikkat çekicidir.
Buna
karşılık, “Gelmekte Olan İnsan İçin” adlı kitabında (1995) Friedrich Nietsche
(Ö.1900) ve Martin Heidegger’den (Ö.1976) sitayişle söz etmesi ibretliktir. Heidegger’in
varlık görüşünün “İslâm’daki tevhidin bir tasviri” olduğunu bile iddia
etmiştir. Elde olanın İslâm olmadığını, İslâm’ın henüz gelmediğini ve
Müslümanlara düşen ödevin de “devleti ortadan kaldırmak olduğunu” ileri
sürmüştür.
***
İbni
Kesir’in “Tefsir-i Kur’ân-ı Azim” ile Kurtubi’nin “El-Cami Ahkâm-ı Kur’ân”
tefsirlerinden Tevbe Sûresi’nin son kısmının okunması ile önemli sorunların
çözülebileceğini savunmuştur. Abdülkadir’in önemli saydığı sorunlar henüz
çözülemediğinden dolayı adı geçen tefsirlerden Tevbe Sûresi’nin son kısmının
Müslümanlar tarafından okunmadığı sonucuna ulaşmak mümkündür.
Türkiye’de
her nedense “Beyaz adamdan” birisinin Müslüman olması, olağan dışı bir ilgiyle
takip edilmiştir. Beyaz adamdan bir Müslümanın söyledikleri de yine olağan dışı
sayılacak ölçüde önemli görülmüştür. Beyaz adama karşı duyulan bir zayıflığın
sonucu olmalıdır bu. Yaşını başını almış, İslâmî ilimlerde az çok müktesebat
sahibi olanların bile beyaz adamdan olan bir Müslümana karşı tarifsiz zayıflık
içinde olan örnekler her zaman olmuştur. İhtida Allah ile kul arasındadır ve
kimsenin onayına muhtaç değildir. İhtida eden birisi de Müslümanların
kardeşidir. Ancak İslâmî çevrelerin bütün dikkatlerini mühtedî birisinin
üzerinde toplama yarışı içinde olmaları şaşırtıcıdır. Bu ilgi, mühtedîlerin
samimiyetlerinde önemli sorunlara yol açıyor olmalıdır.
Yine
Türkiye’de bazı İslâmî çevrelerin mühtedîlere gösterdiği olağan dışı yakınlık,
bir kısım İslâm bilginlerine onların dilinden ağır eleştirileri duymak
sevindirici gelebilir. Uzun yıllar söyleyip de sonuç alamadıklarını bir de bu
mühtedîlerin dillerinden ve kalemlerinden İslâm bilginlerine yöneltmek heyecan
verici olmalıdır.
Abdülkadir
Es-Sufi, her nedense Türkiye’de son yıllarda haber değerini kaybetmiştir. Ancak
ölümü ile birlikte muhtemelen son kez önemli ölçüde dikkat çeken bir haber
değeri taşımıştır. Malikî mezhebini kutsamayı ve tarihte önemli ölçüde şeriat
ile sorun yaşamış olan tasavvuf akımını şeriat ile sınırlı görmesi,
müktesebatının içeriği hakkında kuşkulanmak için ciddî işaretlerdir. Haber
değeri taşıması, Beyaz adamlığından olmalıdır.
Bir
dönem kitaplarının çevrilmesi ve yayınlanması için yarış yaşanmış olsa da,
Türkiye’deki İslâmî çevreler üzerinde Abdülkadir’in etkisini ve katkısını
gösterecek bir işaret bulmak zordur.