GELİR durumu ortanın üstünde olan komşularımız, övünmek maksadıyla
değil, sadece hâl-i pürmelâlimizi tespit niyetiyle, “Bir litrelik süt aldık, etrafına toplandık, ailecek seyrediyoruz” dese,
gülecek vaziyette değiliz.
Gıpta ederiz ancak. Hayranlık duyarız. Takdirlerimizi
bildiririz.
Bir litre süt, 18 lira olmuş. Romen rakamıyla XVIII,
Lâtin harfleriyle on sekiz lira! Başka nasıl karşılayalım, hangi şekilde tepki
verelim?
Elimizi diğer elimizin sırtına vursak olmaz.
Sütün kilosuna 18 lira verince, içmeye kıyamaz insan.
En iyisi seyretmek, o parayı ödeyip alabiliyor olmanın
tadını çıkarmak, şükrünü yaşamak.
Koy dolaba, sakla, ara sıra çıkarıp bak.
SKT dolana kadar, sâhip olduğun sütün keyfini sür.
*
İkinci Dünya Savaşı yıllarında şeker kıtlığı da
sıradan bir durummuş. Buğday, un dâhil pek çok temel ihtiyaç ürünü kısıtlı
olduğundan, ekmek bile karneyle satılırmış. Her ailenin kaç ferdi var, ne kadar
ihtiyaç duyulur, tespiti devlet tarafından yapılıyor ve ona göre satılıyor. Paran
çok da olsa, istediğin kadar alamıyorsun.
O yıllarda iki kilo şeker alan kahvehâne sâhibi,
patiskadan dikilmiş bir torbaya doldurup yüksekçe bir yere asmış.
Tavana yakın çivide asılı bekleyen şeker, zor günler
için saklanıyor.
Kahveci, çay içmek isteyenlerin eline bardakları
tutuşturuyor fakat şeker vermiyor. Müşteriler her yudumda asılı duran torbaya
bir bakış fırlatıyor.
Bir yudum çay, bir bakış…
Arada, çayı bol şekerli sevenleri de düşünmüş ve “Siz
her yudumda iki defa bakabilirsiniz” demeyi unutmamış.
Gözünü torbadan ayırmayanları da uyarırlarmış “Çok
bakma, bitireceksin” diye. Rahmetli arkadaşım Kadir Demirel çok severdi bunu,
fırsat buldukça anlatırdı.
Sütün bu fiyata ulaştığını göremeden göçtü gitti.
Süt nasıl buraya geldi? Onu da düşünelim ama önce
üreticiden kaç liraya alındığına bakalım. Yakın zamana kadar iki liraymış, üç
liraya yeni çıkmış. Son fiyat dört lira yetmiş kuruş...
Kaynak, İstanbul Ziraat Odası Başkanı Ömer Demir.
Geldiğimiz nokta, “fahiş fiyat” tanımlamasının da
ötesinde!
Bir oyun oynandığını, apaçık vurgun yapıldığını
söylüyor Başkan.
Çok çirkin bir oyun bu!
Üreticilerin üretmekten vazgeçmesini hedefleyenlerin
olduğuna işaret ediyor.
Tamamen vazgeçmeden önce, üreticilerin meydana inip
tepki göstermesi için uğraşanlardan bahsediyor.
*
Gezi olmadı, darbe başarılamadı.
Seçimler zaten hep fiyasko.
Hedeflerinden vaz mı geçtiler?
Kırk türlü numara daha deneyeceklerdir.
Senelerdir bunu söyleyip durmuyor muyuz?
“Sağlık olsun bradır” deyip kenara mı çekileceklerdi?
Su uyur, düşman uyumaz.
“Dış güçler” deyince dalgaya alanlar geliyor gözümün
önüne, “Gözünün üstüne bir tane dış güç darbesi ne de yakışır!” diye
düşünüyorum.
Bu da hoş bir şey değil tabiî. Yumrukla bir şey hâllolmaz.
Ancak nefsini köreltmiş ve fakat suçlu duruma düşmüş olur insan.
Üstelik öyle bir durumda “dış güç”, bizzat şahsen ben
kendim özüm olurum. Hiç de hoş değil.
Bugüne kadar olmadık, bundan sonra da kimse için dış
güç olmayalım.
*
Sadece sütte değil, her üründe aşırıdan da aşırı
fiyatlandırmalar devam ediyor.
Önüne gelen, sattığı ürüne kafasına göre fiyat
koyuyor.
Paşa gönlü kaç lira yazmak isterse…
Her gün etiketler değişiyor. Etiket işi yapanlar köşe…
Sınır nedir, nerede durulur, bilen yok.
İşin özü, gelip bir noktaya dayanıyor: “Ahlâk meselesi”…
Ahlâk dinden ayrı değil.
Ahlâk, bir bütün.
Ticaret ahlâkı, siyaset ahlâkı, bilmem ne ahlâkı diye
şubelere ayırmaya gerek yok.
Varsa vardır, yoksa yoktur!
Demirel öyle söylerdi. Ahlâk vardı da biz mi içtik?
O petrol için derdi ama olsun…
*
Ahlâk vicdana bağlı. İçten gelirse gelir. Gelmezse,
zorla güzellik olmaz. Tekeden süt çıkmaz. Sağmaya çalışan boş yere yorulur.
Kimseye dışarıdan serum verir gibi ahlâk yüklemesi
yapılamayacağına göre, çözüm nedir?
O eski kalıp işte tam burada devreye girer.
“Sallandıracaksın iki tanesini Taksim Meydanı’nda, gör
bak bir daha yapıyorlar mı?”
Şimdi bu fikri itici bulanlar, aşırı sert görenler
olacaktır.
Ağzını bükerek “Iyyy” diyenler çıkabilir.
“Bu ne geri kafalılık” diyerek elinde odunla saldıran
görmek bile mümkün.
Kimileri de, “Bu zamanda böyle şeyler olur mu? Ne
demek adam asmak?” diye kibarlık, medenîlik taslayacaklardır.
Olmaz mı?
Öyle bir olur ki…
Terörden daha beter, daha zararlı bir hareket
fiyatları böyle aşırı yükseltmek.
On kişiyi, on beş kişiyi vahşice öldüren biri için
idam hafif bile kalırken, daha ağır bir suç olan bu aşağılık hareketlere birkaç
aylık hapis veya üç beş bin liralık para cezası mı verilsin?
Toplumu temelinden sarsan, bebesinden dedesine herkesi
etkileyen, fakiri daha fakir, zengini daha zengin yapan bu iğrenç vurgunlara
yeltenenler, hak ettikleri cezayı almasınlar mı?
Üreten üretmesin, satan satmasın, alan almasın da
piyasa trak diye bir anda dursun mu?
Halk sokaklara dökülüp kavgaya mı tutuşsun?
Bu işin sonu nereye varır?
*
Adam binlerce arabayı almış, stoklamış. Beş yüz bin
lira ceza kesiyorlar.
O parayı adam tek arabada kazanıyor. Ödül verseler
daha komik olmaz.
Baktılar zayıf göründü, “Öyleyse dört katına çıkaralım”
diyorlar.
Ceza iki milyona çıkacakmış.
Binlerce otomobil stoklayan ve piyasaya tam anlamıyla
dinamit koyup kendi cebini dolduran adama dört arabadan kazanacağı kadar ceza…
Böyle nereye varılır?
Üst sınır, işlem hacmiyle orantılı olmalı. Üç ay veya
üç yıl sonra da etkisini yitirecek nitelikte olmamalı.
İstanbul’da sadece Taksim Meydanı yok. Beyazıt var,
Sultanahmet var…
Ankara’da Ulus, Kızılay…
İzmir’e gerek yok. Bu kadar yeter.
Hepsi hizaya girecektir.
İsterseniz bir deneyelim.
Fakat önce, kanunlara göz atmak gerekir.
İdama karşı çıkmayı medenîlik zannedenler, söz konusu
suçların çapına ve çevresine baksın. Pi sayısı sabit zaten. Üç bile yeter.
“Önce asalım, sonra yargılayalım” demiyoruz ki.
Elbette yargılama yapılmalı. Millete verdiği zarar ile orantılı bir cezayı,
hâkimler kısa süre içinde bulacaktır. Yeter ki kanunda doğru dürüst ceza olsun.