Subjektif eleştiri, nesnel egoizm

Eleştiri, hassas bir teraziden geçirildiğinde muhatabını etkileyen bir şekle bürünür. Yoksa sâfî eleştiri ve yargılama, yapan kişinin egoizmini beslemekten öteye geçmeyecek ve karşıdakine doğruyu gösterme amacı da çöpe gitmiş olacaktır.

BU çağ; tuhaf yargılarla, kimyası bozulmuş tarafgirliğin ve didaktik yaşam felsefesinin uzantısı olan çok yönlü egoizmin ilginç bir bileşkesi...

Karar, tercih ve kısmî uygulama alanlarımız olan, başta din, siyaset, dar çevre yönelimleri ve benzer tüm tekil aktiviteler; olabilecek en objektif süzgeçlerden geçiriliyor, en küresel perspektifte şekle bürünüyor ve dış dünyaya sunumu da aynı öznellik ve kararlılıkta devam ediyor.

Tüm bu bahsi geçen kişisel ve bir o kadar da içtimâî dinamikler, “ben” bilincinde global saygınlık seviyesine lâyık görülüyor. Ve yine, aynı ve benzer olgular için “sen”, “siz” ve “o” zamirleri cümlenin öznesi olduğunda, “subjektif eleştiri” dediğimiz kavram, tüm otoritesini gözler önüne seriyor.

İnsanlığın yetki alanında bulunan ve realiteye en yakın yargı alanı bilimdir. Bilim; deneyimsel yöntemlerle kanıtlanabilir ve başka doneler sunularak değiştirilebilir bir sonuç vaat eder. Bilimsel olduğu iddia edilen her bir hipotez, farklı deneyler ve yaklaşımlarla yeni bir kimliğe bürünebilir. Fakat bilim kategorisinde yer alan her bir olgu, yıkıcı bir karşı çıkışa kadar çoğunluğun kabulüne girmeye hak kazanır. Yeni bir ispat yoluyla, eski anlamı algılarda yıkılana dek doğruluğu ve varlığı onaylanır.

Bu kitlesel kabul ve onaylama süreci, ancak bilim gibi gerçeklik değeri en yüksek materyallerde karşımıza çıkabilmektedir. Bir de insanın kendi benliğiyle ele aldığı bir bilgi ve inanç birikimi vardır ki, tüm alt başlıklarıyla birlikte bir başkasında aynıyla var olması, aynı kabul ve onay sürecine lâyık görülmesine sebep olamaz.

En basit, en kompakt, en sarih ve en iddialı şekliyle, savunulan görünün tek cümleye indirgenmiş hâli şöyle olabilir: Akıl ve vicdan, insanın en hür ve kıymetli yargıları mevzubahis olduğunda kendine karşı oldukça toleranslı, bir başkasına karşı oldukça peşin hükümlüdür.

İnsanın kendi inandıkları, savundukları ve talep ettikleri, kendince bilimsel bir nitelik taşır. Bu bilimsellik kisvesiyle insan, tüm öznel birikimine ispatlı ve tutarlı bir bilgi nispetinde karşılama ve saygı bekler. En geniş kitlelerce kabul görmesi ve en aykırı akıllarca bile onaylanması en olağan davranıştır (ona göre). Fakat aynı objektif yaklaşımı en yakın çevresine bile hak görmeyen bir başkalaşımla karşılaşan “hipotenüs”, bu kendiyle çelişen insan figürasyonu karşısında oldukça şaşkın ve suskun kalabilmektedir.

İnsanın kendi iç dünyasını bilimsel, bir başkasının tüm hareket ve düşüncelerini genel-geçer olarak görmesi elbette bir benlik duyumunun dışavurumcu şeklidir. Fakat bu benlik ve bencillik, kelime anlamının da ötesinde sıfatlarla desteklenmek durumunda…

Örneğin; bir insanın kendi mutluluğunu önceleyip bir diğerinin mutsuzluğuna duyarsız ve kayıtsız kalması, kelimenin en saf hâliyle “bencillik” olarak tanımlanabilir. Fakat tüm duygu, duyum, inanç, görüş ve bunların harekete geçmiş eylemlerinde böylesi bir yaklaşım sergilemek -sadece- “egoizm” kavramıyla karşılanamaz. Bu yüzdendir ki, bu çok yaygın yönelimi adlandırırken daha detaycı olmam ve ek olarak sıfatlara başvurmam gerektir.

“Nesnel egoizm”, belki tam da nokta atışı bir karşılama olmayabilir. Fakat burada bahsi geçen nesnellik, egoizmin ham maddesinde de var olduğu düşüncesiyle fazladan bir sıfatlandırma gibi gelse de, aslında egoizmin içindeki mineral mahiyetindeki nesnellikten çok daha fazlasını içermektedir. Egoizm bir miktar nesnellik, bir miktar öz sevgi (fazlasıyla) ve bir miktar da dar bakış açısı ihtivâ eder. Bunların yanı sıra pek çok bileşim de yine egoizmin vücûdunu meydana getirecektir. Fakat en belirleyici özlerden birinin “nesnellik” olduğu apaçık!

Nesnellik, egoizmin içeriğinde var olduğu gibi onu tamamlayan bir sıfat olma anlamı da taşır. Ve dediğim gibi, sıfat hâlinde çok daha yoğunluk ve etkileşim sağlar.

Öyleyse denilebilir ki, egoist bir insan, hayatın tüm normlarında kendini önceleyen ve bu yüzden ya da bundan ayrı olarak bir başkasına kayıtsız kalmayı ritmik bir uygulama hâline getiren insandır. Nesnelliği ağır basan bir egoist ise, başkasında bulduğu tüm inanç ve uygulamalara karşı aktif bir yıkıcılık sergilerken kendine ait her ideayı bir bilim formatında kabul eder ve muhatabına dikte yöntemiyle zerk etme gayretini taşır.

İşte bu nesnel egoist, aynı zamanda subjektif bir eleştiri yığınını kâinata salgılar. Bu yığın, tıpkı maddenin yok olma evrelerinde karşılaştığımız dört bin yıllar, bin yıllar gibi niceliklerde, daha farazî bir şekilde, pek çok insana temas etmeye devam eder.

Bu yüzdendir ki, egoist bakış açısı bulaşıcı bir bakteri gibi yayılma kabiliyetine sahiptir.

O hâlde, açıklanan ve kısmen anlatılabilen bu kavramlara örnek verecek olursak, akla ilk gelen birkaç toplumsal durumdan yola çıkabiliriz… 

Kanaat taşımak

Öncelikle “siyâsî görüş” denilen bu hudutsuzluktan bahsedebilir, biraz da dinin uygulama biçimlerine değinebiliriz. Fakat din gibi bir alanda çok fazla serbest gezinmek de bir nevi hâdsizlik ve hudutsuzluk olacağından, ancak insanın davranış biçimiyle sınırlı bir yargılama yapabiliriz.

Elbette âlem, doğru ve yanlışlardan müteşekkil bir sistematiğe sahip. Elbette bazen doğru ve yanlış tutumlar içerisinde bulunabiliyoruz... Ve pek tabiî bazen biz yanılırken bazen bir başkası yanılabilir ve bazen de biz doğruyu işaret ederken bir başka durumda doğrunun kılavuzu başka bir el ya da dil olabilir. İşin püf noktası da bu zaten!

İnsan; yanılma payı yüksek ve kendini, kendi düşüncesine inandırmaya en yüksek potansiyeli taşıyan varlıktır. Meselâ bir ağaç, bulunduğu konumun en doğru yerleşke olduğuna dair bir kanaat taşımaz. Elbette abartılı bir teşbihle olayı “insan” denilen yaratılmışa indirgemek gâyesindeyim. Meselâ bir okapi, bataklık ormanlarında yaşamasını en güçlü tezlerle savunamaz; dahası böyle bir ihtiyacı ve tutkusu yoktur.

Tamam, konuya biraz daha yaklaşalım…

Mademki insandan bahsediyoruz, bir çocuk da aynı şekilde, nesnel bakış açısında kendi hükümlerini karşıya geçirme konusunda bu denli ihtiraslı olmayacaktır. Fakat çocuklarda da olağan bir benlik hâli mevcûttur; fakat bu, tam şu an bahsettiğimiz nesnel egoizmle benzer ya da aynı özellikte olmayacaktır. Bir çocuk da kendi dünyasında var ettiği ya da gerçekten var olan her bir duyguyu sahiplenir, aynı şekilde karşı duygu-durumları hususunda çok nahif ve hassas değildir. Tabiatı gereği bunu çözümleme ve karşılama yetisi henüz gelişmemiştir. Ama yine de bir benlik duygusunda dünyayı tanımaya ve algılamaya başlar.

Sonra insan yavaş yavaş kendinin dışında geniş bir yaşam alanını keşfeder. İşte tam bu noktada bir başka keşfe daha çıkması gerekiyor insanın! O ben diyârından ayrılırken ve dünyayı yavaş yavaş tüm algılarında bilimsel verilere dönüştürürken, insanın, empati ve saygı gibi birtakım kavramları daha mal varlığına dâhil etmesi gerekiyor.

Siyâsî görüş: Matematiğe ters olan vicdana da ters mi?

“Siyâsî görüş”, “siyâsî kanaat” ya da “politik yaklaşım” da diyebileceğimiz bir perspektif var. Bu perspektifte tüm dünyadan bir beklentisi var insanın: “Bu, benim düşüncem ve inancım! Bu, benim en hür alanım! Buna herkes saygı duymalı ve hâddi aşan bir yaklaşımla benim öz saygımı yerinden oynatmamalıdır.” 

Gayet akla yatkın, gayet mantıklı ve gayet insanî hak ve hürriyetler çerçevesinde değerlendirmeye alınacak bir yaklaşım…

Bu cümleler hemen herkesin kullanabileceği, umuma açık beklentilerdir. Herkesin doğmak ve yaşamakla birlikte müktesep haklarından biridir. Buna katılan ve benimle birlikte bu cümleleri savunan bireyin aynı aktarımı bir başkasına karşı yapmaması bütün arızayı meydana getiren durum... Genelleme yapmaktan kaçınmakla birlikte hayat boyu sıklıkla denk geldiğimiz bir durum…

Yazık ki, herhangi bir siyâsî umdeyi benimsemiş bir insan, kendi tutarlı gerekçelerini savunurken içinde bulunduğu hakkaniyet sınırlarını, bir başkasının siyâsî bakış açısını dinlerken aşmış bulunuyor. Tabiî saygı, ancak saygın değerlere karşı beslenebilecek bir duygu... Fakat burada insanın özeleştiri yapması gereken şey şu ki, bazen neyin saygıya lâyık ve neyin sövmeye hak olduğunu bireysel ölçümlerle kavrayamayabiliriz.

Bu kavrayamama ve analiz edememe hâliyle birlikte içimizden egoist bir canavar çıkartmak yerine daha hoşgörülü ve dinlemeye açık bir nezaketi inşâ etmek gerekiyor.

Bazı toplumsal değerlere saldırı niteliği taşıyan ve “siyâsî görüş” adı altına gizlenen düşmanlıklardan bahsetmiyorum elbette. Toplumun ve vicdanın kabul etmediği bir idea ve onun eyleme dönüşmüş hâli, düşmanlıkla daha uyumlu bir karakter taşıyacaktır. Bu da hiç öyle saygı duyulması gereken hâller adı altında açıklanamaz.

İşin özeti tamamen şu: Kendi düşünce ve yargılarına nesnel çerçeveden değil, daha eleştirel bir açıdan yaklaşmak; bir başkasına da aynı muameleyi hak görmek, hem kendine dürüst, hem bir başkasına karşı hâddinde olmayı sağlayacaktır. Yoksa “ben” ile başlayan her bir düşünceyi dogma hâline getirmek ve ona en bilimsel gerçek muamelesi yapmak nasıl ki akıldan yoksun bir davranışsa, bir başkasının tüm karşı düşünce ve eylemlerine de daha baştan “eksi” işlemini vermek, matematiğin işlem önceliğine ters düşeceği gibi vicdanın sınırları içinde de değildir.

Çok acımasız olmuyor muyuz?

Çok kısa da olsa uğramamız gereken bir yer daha var: Dinin hareketlere dökülmüş hâlindeki yargı ve eleştirilerde, oldukça egoist ve acımasız olabildiğimiz gerçeği...

Aynı hak yol üzere olan insanların da kendi iç âleminde yanıldığı noktalardan biridir; herkes, kendinde var olmayan bir günahın eleştiricisi, herkes kendi sorumlulukları arasında yer almayan bir farzın ya da hayrın zorbası...

Bilindiği üzere bazı sorumluluklar ve sınırlarda erkek ve kadının helâl ve haram çizgileri farklılık gösterir. Bu giyim kuşamda da böyledir, bazı ibadetlerde de. Bazen de kadın ve erkeğe aynı karakterde çizilen sınır, insanın hastalık ve yoksunluk hâlleriyle haramdan helâle ve helâlden harama evrilebilir. Meselâ zekât vermenin farz olmasıyla birlikte, zekât verebileceğin hâllere de haiz olman gerekliliğiyle açıklayabilirim bu anlatımımı…

Ya da oruç her erişkine farzken, oruç tutamayacak bir durumda (fiziksel ya da psikolojik) olmak da aynı ölçüde değerlendirilebilir.

Özetle, bir erkek, bir kadının tesettüre uygun hareket edip etmediğini ve tüm detay hatâlarını dile getirirken bu sorumluluğun kendisinde var olmamasının verdiği rahatlığı kullanmamalı. Aynı şekilde bir kadın da erkeğin yapmakla yükümlü olduğu ve kendini kapsamayan tüm ibadet ve eylemleri ele alırken aynı sorumluluktaymış gibi yaklaşmalıdır.

Farkındayım, ütopik bir seslenişe benziyor. Fakat bunun dışında kalanlar çok insanî durmadığı gibi, aslında bilimsel bir gerçekliğe ve akılcı bir yöntem bilime de sahip değil.

Eleştiri, hassas bir teraziden geçirildiğinde muhatabını etkileyen bir şekle bürünür. Yoksa sâfî eleştiri ve yargılama, yapan kişinin egoizmini beslemekten öteye geçmeyecek ve karşıdakine doğruyu gösterme amacı da çöpe gitmiş olacaktır.