SİYÂSÎ bir tarafgirlikle
cümle kurmayı pek sevmem. Hep şöyle gibi gelir: Hani sporda bir takım tutarlar,
sonra her takımın taraftarı, “En büyük …, başka büyük yok” gibi cümleler kurar…
Düşününce
ne komiktir aslında! Biri çıkıp da, “Neden en büyük o takım olsun ki?” diye
soracak olsa, tek bir cevap verebilir insan: “Çünkü o takımı ben tutuyorum.”
Haydi
bu zihniyet sporda çok göze batmıyor da siyasette ya da hayatın diğer
odaklarında absürt kaçıyor. En iyi, en büyük, en güzel diye bir şey zaten yok
da... Haydi “oldu” diyelim, o bahsi geçen “en” her neyse, neden senin tuttuğun
taraf, kişi, takım veya başka şey olsun ki?
Velhasıl,
böyle afakî ve hamasi tavırları çok sevmem. Yine de uzaktan izlerim, bir
noktaya kadar şirin bile geldiği olur. Ama kendimde buhran yaratıyor.
Elbette
sporda takım, siyasette taraf tutuyorum. Fakat doğrularıyla ve yanlışlarıyla,
eksikleriyle ve tamamlarıyla tutuyorum. Yani kusursuz, mükemmel ve enlerde bir
tarafım yok. Çünkü zannımca öyle bir taraf yok.
Ama
bir şeyi öğrendim ben. Meselâ bir “en” var. Öyle kulak arkası edilir cinsten
değil. En Büyük Allah’tır. İşte burada sonuna kadar “en”ciyim. Ama diğer
hususların hiçbirinde hiçbir “en”i kabul etmiyorum.
Bu
beyanla devam edecek olursam…
Allah
aşkına, şu İstanbul’u temizleyin artık!
Pandemi
başladıktan birkaç ay sonraydı yanılmıyorsam, sağlık sebebiyle Anadolu yakası
ile Avrupa yakası arasında mekik dokumam gerekmişti. Ömrümde ilk defa Boğaz’ın
üzerinde yüzen çöplere bu kadar şaşırdığımı hatırlıyorum. Tamam, belediye
değişmişti ama insan aklı ve vicdanı diyordu ki, “Hangi belediye olursa olsun,
deniz temizliği faaliyetleri sürer, sürmelidir”.
Daha
sonra otobüsler, metro ve tramvaylardaki kirlilik gözlerime batar oldu. Ben ki,
üniversite zamanında günde sekiz vasıtaya bindiğimi hatırlıyorum. Yol uzundu ve
güzergâh hep kalabalıktı. Ama otobüsleri bu kadar kirli gördüğümü
hatırlamıyorum.
Yine
de tüm bunların bir zaman içinde hâlledileceği düşüncesi ve particilik anlayışı
ile yorum yapmama gayreti beni bu âna kadar susturdu.
İnanın,
ben bile siyasete ucundan dokunacak kadar dolmuş hâldeyim.
Aylar
geçti… Uzun bir müddet iki yaka arasında seyahat ettirecek bir sebebim olmadı.
Zaten sıklıkla yasaklarla evlerdeydik.
Fakat
bu süreçte de başka bir durum peyda oldu. Yine ilklerden birini yaşadık. Musluk
suları kireç içinde. Arıtıcı bile fayda etmiyor. Her ne eksik yapılıyor ya da
sebebi nedir, ben uzman değilim, bilemem. Fakat önce sorunun çaydanlıkta
olduğunu düşündüm. Ve değiştirdim. Yine çayın üzerinde kireç yüzüyor. Suyu
kaynattıktan sonra süzüp kullandım, baş edilmiyor. Tam üç çaydanlık
değiştirdim, sonunda vazgeçtim. Şimdi sürekli suyu tazeleme yolunu seçiyorum.
Bunu
da geçtim. İnsan vücudunda da su kullanımı sonrası kireç birikiyor. Hatta
yıkanan kıyafetlerde bile…
Yine
kendimce bu ara sularda kireç fazla, herhâlde arıtırlar, hâllederler diye
düşündüm. Kendimi beklemeye aldım.
Geçenlerde
uzun bir aradan sonra tekrar vapurla karşı yakaya, tramvayla da başka bir semte
seyahat hâlindeydim. Artık gerçekten bu satırları yazmaya karar verdim.
Vapurda
koltuğa otururken tereddüt ettim. Kir, koltuklara işlemiş gibiydi. Annemle
karşılıklı oturduk, en azından denizi seyrederiz dedik. Camlarda biriken kir ve
toz öyle “Uzun bir geçmişim var” diye bağırıyordu ki dışarıyı görmek
imkânsızdı. Ardından tramvaya bindik. Yerler, koltuklar, tutamaçlar kir
içindeydi. Mısır Çarşısı önündeki banklara oturduk. Yollarda, kenarlarda
biriken çöpler, terk edilmiş bir kasaba hissini verdi.
O
an bir durup da şöyle bağırmak istedim: “Şu İstanbul’u temizleyin artık!”