Şu İstanbul’u temizleyin artık!

Camlarda biriken kir ve toz öyle “Uzun bir geçmişim var” diye bağırıyordu ki dışarıyı görmek imkânsızdı. Ardından tramvaya bindik. Yerler, koltuklar, tutamaçlar kir içindeydi. Mısır Çarşısı önündeki banklara oturduk. Yollarda, kenarlarda biriken çöpler, terk edilmiş bir kasaba hissini verdi. O an bir durup da şöyle bağırmak istedim: “Şu İstanbul’u temizleyin artık!”

SİYÂSÎ bir tarafgirlikle cümle kurmayı pek sevmem. Hep şöyle gibi gelir: Hani sporda bir takım tutarlar, sonra her takımın taraftarı, “En büyük …, başka büyük yok” gibi cümleler kurar…

Düşününce ne komiktir aslında! Biri çıkıp da, “Neden en büyük o takım olsun ki?” diye soracak olsa, tek bir cevap verebilir insan: “Çünkü o takımı ben tutuyorum.”

Haydi bu zihniyet sporda çok göze batmıyor da siyasette ya da hayatın diğer odaklarında absürt kaçıyor. En iyi, en büyük, en güzel diye bir şey zaten yok da... Haydi “oldu” diyelim, o bahsi geçen “en” her neyse, neden senin tuttuğun taraf, kişi, takım veya başka şey olsun ki?

Velhasıl, böyle afakî ve hamasi tavırları çok sevmem. Yine de uzaktan izlerim, bir noktaya kadar şirin bile geldiği olur. Ama kendimde buhran yaratıyor.

Elbette sporda takım, siyasette taraf tutuyorum. Fakat doğrularıyla ve yanlışlarıyla, eksikleriyle ve tamamlarıyla tutuyorum. Yani kusursuz, mükemmel ve enlerde bir tarafım yok. Çünkü zannımca öyle bir taraf yok.

Ama bir şeyi öğrendim ben. Meselâ bir “en” var. Öyle kulak arkası edilir cinsten değil. En Büyük Allah’tır. İşte burada sonuna kadar “en”ciyim. Ama diğer hususların hiçbirinde hiçbir “en”i kabul etmiyorum.

Bu beyanla devam edecek olursam…

Allah aşkına, şu İstanbul’u temizleyin artık!

Pandemi başladıktan birkaç ay sonraydı yanılmıyorsam, sağlık sebebiyle Anadolu yakası ile Avrupa yakası arasında mekik dokumam gerekmişti. Ömrümde ilk defa Boğaz’ın üzerinde yüzen çöplere bu kadar şaşırdığımı hatırlıyorum. Tamam, belediye değişmişti ama insan aklı ve vicdanı diyordu ki, “Hangi belediye olursa olsun, deniz temizliği faaliyetleri sürer, sürmelidir”.

Daha sonra otobüsler, metro ve tramvaylardaki kirlilik gözlerime batar oldu. Ben ki, üniversite zamanında günde sekiz vasıtaya bindiğimi hatırlıyorum. Yol uzundu ve güzergâh hep kalabalıktı. Ama otobüsleri bu kadar kirli gördüğümü hatırlamıyorum.

Yine de tüm bunların bir zaman içinde hâlledileceği düşüncesi ve particilik anlayışı ile yorum yapmama gayreti beni bu âna kadar susturdu.

İnanın, ben bile siyasete ucundan dokunacak kadar dolmuş hâldeyim.

Aylar geçti… Uzun bir müddet iki yaka arasında seyahat ettirecek bir sebebim olmadı. Zaten sıklıkla yasaklarla evlerdeydik.

Fakat bu süreçte de başka bir durum peyda oldu. Yine ilklerden birini yaşadık. Musluk suları kireç içinde. Arıtıcı bile fayda etmiyor. Her ne eksik yapılıyor ya da sebebi nedir, ben uzman değilim, bilemem. Fakat önce sorunun çaydanlıkta olduğunu düşündüm. Ve değiştirdim. Yine çayın üzerinde kireç yüzüyor. Suyu kaynattıktan sonra süzüp kullandım, baş edilmiyor. Tam üç çaydanlık değiştirdim, sonunda vazgeçtim. Şimdi sürekli suyu tazeleme yolunu seçiyorum.

Bunu da geçtim. İnsan vücudunda da su kullanımı sonrası kireç birikiyor. Hatta yıkanan kıyafetlerde bile…

Yine kendimce bu ara sularda kireç fazla, herhâlde arıtırlar, hâllederler diye düşündüm. Kendimi beklemeye aldım.

Geçenlerde uzun bir aradan sonra tekrar vapurla karşı yakaya, tramvayla da başka bir semte seyahat hâlindeydim. Artık gerçekten bu satırları yazmaya karar verdim.

Vapurda koltuğa otururken tereddüt ettim. Kir, koltuklara işlemiş gibiydi. Annemle karşılıklı oturduk, en azından denizi seyrederiz dedik. Camlarda biriken kir ve toz öyle “Uzun bir geçmişim var” diye bağırıyordu ki dışarıyı görmek imkânsızdı. Ardından tramvaya bindik. Yerler, koltuklar, tutamaçlar kir içindeydi. Mısır Çarşısı önündeki banklara oturduk. Yollarda, kenarlarda biriken çöpler, terk edilmiş bir kasaba hissini verdi.

O an bir durup da şöyle bağırmak istedim: “Şu İstanbul’u temizleyin artık!”