
TELEVİZYON haberlerinde sık
sık sel baskınında yıkılan meskenlere dair görüntüleri seyrediyoruz. İşin
ilginç yanı, sele maruz kalan yerleşim mekânlarının önemli bir kısmı imarlı
bölgelerden oluşuyor!
Bizim
şehir ve bölge plâncılarımız üniversite mezunu değiller mi? Mimarlar Odası,
depremde yıkılan binalar söz konusu olduğunda neden sessizliğe gömülür? Sakın
fay hatlarını imara açıp yapılandıranlar bu odaların üyeleri olmasın?!
Hâlbuki
su havzalarını ve deprem bölgelerini imara açmamak, kadim zamanlardan beri
bilinir.
Kur’ân-ı
Kerîm’den iki kıssa ve şehir hakkında bize öğrettikleri
Kur’ân-ı
Kerîm’de kıssası anlatılan Sebe halkı ve Melîkesinin hikâyesi, şehir yönetimi
konusunda bize ışık tutar cinstendir.
“Sebe halkının meskenlerinde sizin için âyetler
vardır” (Sebe, 15)
denilmek sûretiyle bu durum açıkça dile getirilmiştir.
Kur’ân-ı Kerîm’de kıssa, özetle şöyle anlatılır: Sebeliler büyük
bir şehir medeniyeti kurmuş hâlde, hayatlarını bolluk içinde sürdürmektedirler.
Bu sırada, Süleyman (Aleyhisselâm) onlara bir mektup göndererek İslâm’a girmelerini
ister. Mektubu alan Melîke, vezirlerini toplayarak onlar ile istişâre eder.
Sebe
Melîkesi, istişâre sonunda güçlü bir orduya sahip olmalarına rağmen, “Krallar, bir şehre girdiklerinde orayı
harap ederler” fikrinden hareket ederek Süleyman’a (Aleyhisselâm) teslim
olmaya karar verir.
Buradan
anlıyoruz ki, şehri yöneten insanlar, işlerini istişâre ile yapmalılar. Tek
başlarına karar vermemeli, hayatın gidişatını, içtimaî prensipleri ve mevcut hâli
göz önünde bulundurmalıdırlar.
Belediye
başkanlarının, “Ben yaptım, oldu” ya da etraftaki şakşakçıların etkisiyle “Her şeyin en
iyisini ben bilirim” basitliğinden
uzak durmaları gerekir. Çünkü şehirde sadece yönetici yaşamaz, binlerce, hattâ
milyonlarca insan, yöneticinin vereceği karardan etkilenir.
Şehir
yönetiminde tarihin akışını göz önünde bulundurmak ve hayatın gidişatını hesaba
katmak bir zorunluluktur. Eğer bu zorunluluk yöneticiler tarafından göz ardı
edilirse, şehirlerin gelişimi durmakla kalmaz, gerileme başlar. Öyle
zannediyorum ki, göç veren şehirler bu duruma güzel bir örnektirler.
Göç
veren şehirlerin yöneticileri, zamanın akışına ayak uyduramadıkları yani
şehirlerini geliştiremedikleri için hemşerilerini yitirmek gibi bir sonuca
katlanmak zorunda kalmaktadırlar.
Kur’ân-ı
Kerîm, Sebe halkının yaşadığı yeri, sağında ve solunda bahçeler olan, mamur
meskenleri bulunan güzel bir şehir olarak tasvir eder. Buradan anlaşılacağı
üzere, insanların mutlu ve huzurlu bir hayat sürmelerinde bahçeli evler çok
önemlidir. Çünkü insan, topraktan yaratılmış bir varlıktır ve derûnunda aslı
ile irtibatlı olmak hevesi taşımaktadır.
Bugün
gelişmiş memleketlerde yapılan meskenlerin önemli bir kısmı, bir ya da iki
katlı bahçeli evlerden oluşmaktadır. O hâlde bizim şehirlerimizde giderek
yaygınlaşan ve büyük paralara satılan çok katlı apartman yapımını yeniden
düşünmemiz gerekmektedir.
İnsan
fıtratına ve içtimaî (toplumsal) dokusuna uymayan bu durum, nedense bilinçsiz
bir biçimde sürdürülmekte ve insanlar binlerce lira vererek kendilerini bilmem
kaçıncı kata mahkûm etmektedirler. Hâlbuki orada insanın içini ferahlatacak ne
çimen, ne çiçek, ne gül, ne meyve, ne de hayvan bulunmaktadır.
Sebelilerin
su yatağında kurdukları şehir, barajın yıkılması sonucu sel altında kalır ve
yer ile yeksan olur. Bu güzelim şehirden geriye yemyeşil verimli bahçelerden
buruk yemişli, acı ılgınlı ve içinde biraz da sedir ağacı bulunan harabeler
kalır (Sebe, 16).
Bugün
biz, küçük bir kasaba iken yemyeşil bahçeleri olan şehirlerimizi göç dalgaları
ile beton yığınlarına dönüştürmüyor muyuz? Sonra da hepimiz birden koro hâlinde,
“Şehrimiz beton yığınına dönüştü, artık
yaşanmaz oldu” demiyor muyuz?
Tıpkı
Sebe halkı gibi evlerimizi su havzaları üzerine inşâ ediyor, sonra da sel
baskınları ile yerle bir olan evlerimizin ardından basıyoruz vaveylâyı “Belediye
nerede, devlet nerede?” diye…
Sebe
halkı ve Belkıs Kıssası’ndan alınacak derslerden biri de su havzalarının imara
açılmaması, buralara mesken yapılmamasıdır.
Şehirler,
içinde yaşayacağımız basit mekânlar değildirler.
“Şehir”
dediğin, bünyesinde farklı kültürleri barındıracak, insanı mutlu ve huzurlu
kılacak, aile, komşuluk, akrabalık, mahallelilik ve hemşerilik duygularını diri
tutacak, insanın toprak ve tabiat ile bağlarını koparmayacak ve (belki de en
önemlisi) Yaratıcısı ile bağlarını diriltecek... “Şehir” dediğin, insanın
eşref-i mahlûkat olduğunu gösterecek. Yine “şehir” dediğin, insanın yeryüzü
halîfesi olduğunu ispatlayacak!