Su havzalarına mesken yapmak

Sebelilerin su yatağında kurdukları şehir, barajın yıkılması sonucu sel altında kalır ve yer ile yeksan olur. Bu güzelim şehirden geriye yemyeşil verimli bahçelerden buruk yemişli, acı ılgınlı ve içinde biraz da sedir ağacı bulunan harabeler kalır (Sebe, 16). Bugün biz, küçük bir kasaba iken yemyeşil bahçeleri olan şehirlerimizi göç dalgaları ile beton yığınlarına dönüştürmüyor muyuz? Sonra da hepimiz birden koro hâlinde, “Şehrimiz beton yığınına dönüştü, artık yaşanmaz oldu” demiyor muyuz?

TELEVİZYON haberlerinde sık sık sel baskınında yıkılan meskenlere dair görüntüleri seyrediyoruz. İşin ilginç yanı, sele maruz kalan yerleşim mekânlarının önemli bir kısmı imarlı bölgelerden oluşuyor!

Bizim şehir ve bölge plâncılarımız üniversite mezunu değiller mi? Mimarlar Odası, depremde yıkılan binalar söz konusu olduğunda neden sessizliğe gömülür? Sakın fay hatlarını imara açıp yapılandıranlar bu odaların üyeleri olmasın?!

Hâlbuki su havzalarını ve deprem bölgelerini imara açmamak, kadim zamanlardan beri bilinir.

Kur’ân-ı Kerîm’den iki kıssa ve şehir hakkında bize öğrettikleri

Kur’ân-ı Kerîm’de kıssası anlatılan Sebe halkı ve Melîkesinin hikâyesi, şehir yönetimi konusunda bize ışık tutar cinstendir.

“Sebe halkının meskenlerinde sizin için âyetler vardır” (Sebe, 15) denilmek sûretiyle bu durum açıkça dile getirilmiştir.

Kur’ân-ı Kerîm’de kıssa, özetle şöyle anlatılır: Sebeliler büyük bir şehir medeniyeti kurmuş hâlde, hayatlarını bolluk içinde sürdürmektedirler. Bu sırada, Süleyman (Aleyhisselâm) onlara bir mektup göndererek İslâm’a girmelerini ister. Mektubu alan Melîke, vezirlerini toplayarak onlar ile istişâre eder.

Sebe Melîkesi, istişâre sonunda güçlü bir orduya sahip olmalarına rağmen, “Krallar, bir şehre girdiklerinde orayı harap ederler” fikrinden hareket ederek Süleyman’a (Aleyhisselâm) teslim olmaya karar verir.

Buradan anlıyoruz ki, şehri yöneten insanlar, işlerini istişâre ile yapmalılar. Tek başlarına karar vermemeli, hayatın gidişatını, içtimaî prensipleri ve mevcut hâli göz önünde bulundurmalıdırlar.

Belediye başkanlarının, “Ben yaptım, oldu” ya da etraftaki şakşakçıların etkisiyle “Her şeyin en iyisini ben bilirim” basitliğinden uzak durmaları gerekir. Çünkü şehirde sadece yönetici yaşamaz, binlerce, hattâ milyonlarca insan, yöneticinin vereceği karardan etkilenir.

Şehir yönetiminde tarihin akışını göz önünde bulundurmak ve hayatın gidişatını hesaba katmak bir zorunluluktur. Eğer bu zorunluluk yöneticiler tarafından göz ardı edilirse, şehirlerin gelişimi durmakla kalmaz, gerileme başlar. Öyle zannediyorum ki, göç veren şehirler bu duruma güzel bir örnektirler.

Göç veren şehirlerin yöneticileri, zamanın akışına ayak uyduramadıkları yani şehirlerini geliştiremedikleri için hemşerilerini yitirmek gibi bir sonuca katlanmak zorunda kalmaktadırlar.

Kur’ân-ı Kerîm, Sebe halkının yaşadığı yeri, sağında ve solunda bahçeler olan, mamur meskenleri bulunan güzel bir şehir olarak tasvir eder. Buradan anlaşılacağı üzere, insanların mutlu ve huzurlu bir hayat sürmelerinde bahçeli evler çok önemlidir. Çünkü insan, topraktan yaratılmış bir varlıktır ve derûnunda aslı ile irtibatlı olmak hevesi taşımaktadır.

Bugün gelişmiş memleketlerde yapılan meskenlerin önemli bir kısmı, bir ya da iki katlı bahçeli evlerden oluşmaktadır. O hâlde bizim şehirlerimizde giderek yaygınlaşan ve büyük paralara satılan çok katlı apartman yapımını yeniden düşünmemiz gerekmektedir.

İnsan fıtratına ve içtimaî (toplumsal) dokusuna uymayan bu durum, nedense bilinçsiz bir biçimde sürdürülmekte ve insanlar binlerce lira vererek kendilerini bilmem kaçıncı kata mahkûm etmektedirler. Hâlbuki orada insanın içini ferahlatacak ne çimen, ne çiçek, ne gül, ne meyve, ne de hayvan bulunmaktadır.

Sebelilerin su yatağında kurdukları şehir, barajın yıkılması sonucu sel altında kalır ve yer ile yeksan olur. Bu güzelim şehirden geriye yemyeşil verimli bahçelerden buruk yemişli, acı ılgınlı ve içinde biraz da sedir ağacı bulunan harabeler kalır (Sebe, 16).

Bugün biz, küçük bir kasaba iken yemyeşil bahçeleri olan şehirlerimizi göç dalgaları ile beton yığınlarına dönüştürmüyor muyuz? Sonra da hepimiz birden koro hâlinde, “Şehrimiz beton yığınına dönüştü, artık yaşanmaz oldu” demiyor muyuz?

Tıpkı Sebe halkı gibi evlerimizi su havzaları üzerine inşâ ediyor, sonra da sel baskınları ile yerle bir olan evlerimizin ardından basıyoruz vaveylâyı “Belediye nerede, devlet nerede?” diye…

Sebe halkı ve Belkıs Kıssası’ndan alınacak derslerden biri de su havzalarının imara açılmaması, buralara mesken yapılmamasıdır.

Şehirler, içinde yaşayacağımız basit mekânlar değildirler.

“Şehir” dediğin, bünyesinde farklı kültürleri barındıracak, insanı mutlu ve huzurlu kılacak, aile, komşuluk, akrabalık, mahallelilik ve hemşerilik duygularını diri tutacak, insanın toprak ve tabiat ile bağlarını koparmayacak ve (belki de en önemlisi) Yaratıcısı ile bağlarını diriltecek... “Şehir” dediğin, insanın eşref-i mahlûkat olduğunu gösterecek. Yine “şehir” dediğin, insanın yeryüzü halîfesi olduğunu ispatlayacak!