Srebrenica’ya sesleniş

Şehadet ki, ölümsüzlükle bir; şehadet ki, hak ile batıl olanın mücadelesinden gelir. Şehadet ki, annemin gözlerine bakarken “Beni bırakma!” diyen günahsız dudaklarımın şefaat olarak bütün ecdadıma yettiği miras gibidir. Şehadetin diğer adı Srebrenitsa’dır. Ve şehitlerin nurları ile can bulan çiçeğidir şehadet.

Tanık: Sokak taşları

 “8372... 11 Temmuz 1995…

Şehrin sokak taşları, Potocari Kampı’nda bir fabrika, beyaz taşlar, kız çocukları, Srebrenica çiçeği...

Kundağından çıkarmasınlar seni günahsızım! Adını koyamadan seni toprağa veriyorlar. Ve senin gibi nicesini...

Annesi!.. Kaybolan küçük kızın mahzun annesi! Bak, bir parçasını buldum kızının. Haydi koy başına yeşil tülbendini! Ört üstünü yumuşak toprağınla sıcak bir örtü gibi…

Ablası!.. Kaybolan cevval delikanlının mahzun ablası! Bak, bir parçasını buldum abinin. Haydi koy başına ismi yazılı taşı! Ört üstünü yumuşak toprağınla sıcak bir örtü gibi...

Gümüşten bu şehirde, kucaklayıp bağrına basan toprak kadar sıcak bir örtü olmadı. Rakamların sözünü etme! Rakamlara sıra mı gelir? Bilmem, bu şehrin hüznünü kim giderir...

Kapılar, sahipsiz ayakkabılar, kadınlar ve çocuklar... Sarı sarı çocuklar bilirim; sarısı da, kendileri de yalnız bu çocukların... Başında oyalı yazmasıyla hüznü ve izzeti sırtlayıp gümüşten bu şehirde kaybolan kadınlar... Sahibini yitirince yığınla değersizleşen ayakkabılar… Acıyı odalara sığdıran, duvarlara bulaşmış utancı ve lekeyi örten kirli kapılar... Bir de o yeşil tabutları bilirim; ağıt yakmaya mecali kalmamış eller üstünde akarak ilerleyen binlerce yeşil tabut... Birçoğunda sadece bir kemik vardı; birçoğu sadece çocuktu. Küçük yeşil tabutlar hüznün en masumlarıydı bu şehirde.

Ratko Mladiç mi? Srebrenica, onun adını ağzına alma! O sadece bir gölgeydi; zehirlenmiş bir ruhun devleştirilmiş bir gölgesiydi sadece. Sen bana ondan ziyade, körlerinden bahset; körlerin ve sağırların pazarlıklarından... Karar veremeyen hesapların efendilerini konuşalım. O vakit her bulunan kemiğin ne kadar değerli olduğunu daha iyi anlayacaksın.

Srebrenica, ben sana ucu yanık mektuplar yazıyorum, sen de bu mektubu haça arkanı dönerek oku. Aynalar olmasın etrafında, aynalarla aldattılar ya seni…

Yola çıkalım! Yolculuklar burada dua ile başlar, dua ile biter, bilirsin. Her geceye dua ile başlar, her geceyi dua ile bitiririz burada. Sonu belirsiz de olsa bir hikâye yazmak ister, başlar ama bitiremeyiz. Oysa bizim buralarda kıyamda başlar, secdede biter her hikâye. Biz her gece dua ile gözlerimizi yumar, sonu İrem bağlarında biten bir rüyanın orta yerinde uyanırız. Suyumuz şifa, toprağımız mümbit olur, bilirsin.

Srebrenica! Ahududu kokar sokaklarımız... Biz her gece gümüşten bir şehirde gezinir, nar ağaçlarının arasında gül yapraklarını toplar, gül koklar, gül kokarız.”

Böyle konuştu Srebrenica’nın sokak taşları...


Tanık: Eski fabrika

“Sus ey kalbim!” dedi bu defa Potocari Kampı’ndaki eski fabrika, “Sus ey kalbim! Seni dinlemek beni ölüp ölüp diriltiyor. Ölüp ölüp dirilmek, ölünce tekrar tekrar ölmek, dirilince ölümle yüzleşmek ve bir kez daha ölmek ağır geliyor”.

Srebrenica güvenli bölge ilan edildiği için binlerce çocuk ve kadın Potocari Kampı’ndaydı. Bu eski fabrikanın odalarında insanlık onuru az biraz su ve sigara karşılığında kirletiliyordu. Kapıların ardındaki drama duvarlar şahitti.

Çevre bölgelerden kaçan Müslümanlar Srebrenica’ya sığınınca 10 bin kişilik nüfus 60 bine yükselmişti. Nasir Oriç’in savunduğu bu şehir, Müslümanlar için sığınak olmuştu. Srebrenica, Sırpların Belgrad ile olan bağlantısını kestiği için kontrol edilmesi gereken stratejik bir öneme sahipti. Dünyanın en büyük ordularından biri olan Yugoslavya ordusunun tüm imkânlarını kullanan Sırplar ise çemberi her geçen gün daraltarak ilerliyorlardı.

Açlık ve sefaletle boğuşan bu şehir de askerî gücü zayıflayınca düştü. 25 bin kişi, Potocari köyündeki BM Askerî Kampı’na yöneldi. 6 bin kadarı kampa girmeyi başardı. Kampın etrafını binlerce çocuk ve kadın sarmıştı. Tuzla’ya gitmek için dağlara çıkanlarsa tek tek öldürüldüler. Ölüm yürüyüşüydü bu! Ölüme yürüyüş...

Kampın kapısına kadar gelen General Mladiç, "Kimseye bir kötülük yapılmayacak, zarar verilmeyecek" diye bağırıyor ve elindeki çikolataları Sırp kameraları önünde Boşnak çocuklara dağıtıyordu. Oysa aklından geçirdiği bambaşkaydı.

Mladiç, Hollandalı BM Birlik Komutanı Albay Tom Karremans’la toplantı yapıp kampın içindeki ve etrafındaki Müslümanların kendisine teslim edilmesini istedi; aksi takdirde de kampı bombalayacağını söyledi. Ve güvenli bölgenin (!) mültecileri Sırplara teslim edildiler. Kampta bulunan tüm Boşnaklar, Hollandalı BM askerleri tarafından silah zoruyla dışarı çıkarılarak, feryat ve çığlıklarına aldırış etmeden Sırplara teslim edildiler.

“Durun, yollamayın kimseyi! Ben bu kirli, yorgun halimle tüm bu insanlara dört duvar olmaya razıyım. Duvarlarım kirli olabilir ama dışarısı da kan kokuyor. Çıkanın cesedi kayboluyor” diye seslendi Potocari Kampı’ndaki eski fabrika.

6 Temmuz… 10 Temmuz… Ve 11 Temmuz...

Sırplar Hollandalı askerlerden, BM tarafından “güvenli bölge” ilan edilen Srebrenica’yı adım adım teslim almışlardı. 11-17 Temmuz 1995 tarihleri arasında, kadınları ve çocukları ayırt ederek yaklaşık 8 binden fazla genç ve yetişkin erkek iki gün içinde katledildi. Öldürmekten yorulmuştu Sırp askerleri. Sırayla, nöbetleşerek insan öldürüyorlardı. Öldürmekten yorulanlar sırayla dinleniyorlardı.

Potocari Kampı’ndan çıkarılan erkekleri ormanlara götürüp önce çukur kazdırıyor, sonra topluca öldürüp -ya da diri diri- bu çukurlara gömüyorlardı. Cesetleri parçalara ayırıp tanınmaz hale getiriyorlardı. O kadar çok insan öldürülmüştü ki, utanç vesikası kalmasın diye ayakkabı ve giysiler toplanıyordu. Onlara göre geride bir delil kalmamıştı. Geride bıraktıkları vahşetin şahitliğinden bihaberdiler.

“Ah şu bahçeye bakan kanlı duvarlarım! Ah şu infaz odalarım! Kokusu gitse de kanın lekesi çıkmıyor üzerimden. Sırayla öldürülüp kamyonlara yüklenen delikanlılar bir bir ormana gömüldü. Güzel bir yaz sabahı, ağıtlar eşliğinde veda ettim her birine. Karanlıkta kalmak bugün daha iyi geliyor bana. Ben bu vahşete şahitlik ediyorum. Duvarlarım şahit...

Ben Potocari Kampı’ndaki fabrikayım. Halim perişan! İçimde soğuyan odalar var. Sesler, çığlık sesleri, iç çekişler ve hıçkırıklar birer cellat gibi canımı alıyor. Ben dört duvardan oluşmuş bir mekânım sadece, ancak siz insanlar o gün masumları katlederken benden daha fazla taş, benden daha kirliydiniz. Bugün benim odalarıma sinmiş, adeta sarılmış çığlıklar adına dile geliyor, odalarıma sesleniyorum: Aydınlanmayın! Aydınlatmayın odalarımı!

Siz, ey içimdeki karanlık odalar! Gölgelerin ardından çıkmayın. Bir örtü gibi zilletimi örtün karanlıkla. Kokusu gider belki, ama duvarlarımdaki kan lekesi çıkmıyor artık!”

Potocari Kampı’ndaki eski fabrika da şahitlik etti bu şekilde.


Tanık: Bir kız çocuğu

8 binden fazla Müslüman kamptan çıkarılıp 2 gün içinde öldürüldü ve kemikleri parçalandı. Bu insanlık suçu fark edilemesin diye parçalanan kemikler farklı yerlere gömüldü. Oysa bugün, adeta o kemik parçaları cana gelip tüm uzuvlarını buluyor. Bu katliam, sonsuza dek unutulmaz bir ahlaksızlık ve bir vahşet olarak kalacak.

Parçalanan cesetler sonradan tek tek aranarak bulundu. DNA ve gen analizleri ile kaybolan kişiler karşılaştırıldı. Her bir kemik tek tek incelenerek kimlik tespitleri yapıldı. Bazı kişilerin cesetleri bütünüyle bulunduysa da bazılarının bir iki kemiği tespit edildi. Tek bir kemik bile olsa, kimliği tespit edilenler anısına mezarlık yapıldı. Mezar taşları, anlamı “gümüşten bir şehir” olan Srebrenica’ya yakışır bir beyazlıktaydı. Beyazın anlattığı çok şey vardı. Kefeninden çıkacağı güne kadar bu şehir, şehitleri için dua edecektir. Acı eskimez zaten, şehitler ise ölmez!

“Ben annemin gözleri önünde götürülüp diri diri gömülen şehit kız çocuğuyum. Adımın ne önemi var?! Beyaz entarimi giyip sokaklarında koştuğum bu şehrin yine sokaklarındayım.

Beyaz giyiniyorum hâlâ, entari olmasının ne önemi var?! Şarkılar söyler, ahududu yerdim. Entarimde ahududu lekesi olurdu. Şarkılarımda şimdi anneme şefaatçi olacağımı anlatıyorum. Entarim kan olmuş, ne önemi var?!

Çocukları küçük kurşunla öldürürler değil mi anne?

Srebrenica! Annemin yanından babamı ve abilerimi götürdüklerinde attığım çığlıksın sen... İki gün boyunca kurşuna dizilirken, bedenleri parça parça edilirken, toplu mezarlara gömülürken açılan kocaman bir yarasın sen... Küçücük kalbimin küçük bir kurşunla durdurulduğu noktasısın sen…”

Böyle anlattı Srebrenica’da şehit edilen bir kız çocuğu...

***

Tanık: Bir telkâri ustası

“Güzelliğim acıyı ve umudu hatırlatır, yapraklarımın beyazlığı Srebrenica’yı...” Toplu mezarlar üzerinde fark edilen Srebrenica çiçeği böyle dedi.

Temmuz 1995’te katledilenlerin toplu mezarları üzerinde yetişmesi nedeniyle kurbanların sembolü haline gelen beyaz yapraklı “Srebrenitsa çiçeği”, Bosna-Hersek'in ünlü gümüş telkâri ustası Mensur Bektiç’in elinde yeni bir anlam buldu. “Gümüş” anlamına gelen Srebrenitsa, mazisindeki büyük acı ve trajediyi gümüşten bir broşla anlatıyor artık.

“Çiçek, anlatılmamış bir hikâyedir. Duygu, sevgi ve iyiliği sembolize ediyor. İnsan sözleriyle anlatamadığını, çiçekle ifade ediyor. Bu çiçeğin 11 yaprağı vardır. Bu, ayın 11’ini, her yapraktaki 7 bölme ise 7. ay olan Temmuz ayını sembolize eder. Her bölmede birer çift göz bulunmaktadır. Bunlar, şehit edilen çocukların ve bu acıya seyirci kalanların gözleridir. Yaprakların ortasında yeşil bir taş bulunuyor. Yeşil, yeni bir hayatın başlangıcını ve umudu sembolize ediyor.

Gerçeği ve adaleti istiyoruz biz, bunun için çaba sarf ediyoruz. Biz Boşnaklar gururlu insanlarız, acımızı içimizde yaşarken, duygularımızı da en güzel şekilde anlatmak istiyoruz. Türkiye ile özel bir kardeşliğimiz var bizim. Bu kardeşlik, kalpler arası muhabbet ile kurulmuştur. İslam, vazgeçmeyeceğimiz değerimiz... Bizler Müslüman olduğumuz için öldürüldük. Bizi belki öldürdüler ama kazanan imanımız ve biz olduk…”

Telkâri ustası Mensur Bektiç böyle anlattı.


Dua

Gümüşten bir şehirde geziyorum her gece. Her gece Potocari Kampı’nda ailemi kurtarmak için çırpınıyorum. Bir kız çocuğunun kalbinde filizleniyor, şehadeti toprağıma düşerken tohum diye ekiyorum.

Şehadet ki, ölümsüzlükle bir; şehadet ki, hak ile batıl olanın mücadelesinden gelir. Şehadet ki, annemin gözlerine bakarken “Beni bırakma!” diyen günahsız dudaklarımın şefaat olarak bütün ecdadıma yettiği miras gibidir. Şehadetin diğer adı Srebrenitsa’dır. Ve şehitlerin nurları ile can bulan çiçeğidir şehadet.

Şahit ol ya Rab! Bu topraklarda mazlumlara zulmedildi. Mahzun çocuklar, günahsız körpeler, delikanlılar, abiler, babalar, amcalar, dayılar fütursuzca katledildiler. Bu topraklar şehit kanıyla kavruldu, harlandı, nar edildi.

Şahit ol ya Rab! Şahit ol ya Rab! Şahit ol ya Rab!

Şehit kokan bu toprakları, Sen ezansız bırakma Allah’ım!

***

Hasan Nuhanoviç’in hikâyesi

“Kamp boşaltılıyordu. Herkes gibi ben de endişeleniyordum. Benim kampta kalma hakkım vardı, ama ailemin Sırplara teslim edileceğini düşündükçe delirecek gibi oluyordum. Bir yolunu bulmalıydım! Bir yolu olmalı, onları kurtarmalıydım.

Plan yaptım. Listeyi hazırlama görevi olan Hollandalı asker De Haan’ı ikna ettim ve kardeşimin adını BM çalışanları arasına ekledik. De Haan’la birlikte bu listeyi karargâh binasına götürdük. Binbaşı Franken o sırada haritalarla uğraşıyordu ve bizi görünce ayağa kalktı. Listeyi uzattık, masanın üzerine koyduk. İlk önce listeye uzun uzun baktı. Bir sorun olduğunu anlamış olacak ki isim isim incelemeye başladı. Listenin en altındaki isme takıldı, ‘Bu da kim?’ diye sordu. Ben ve De Haan aynı anda, o kişinin yeni alınan bir temizlikçi olduğunu söyledik. De Haan, onun bir süre önce işe alındığını söyledi. Franken bunun doğru olmadığını, ortada bir aldatmacanın olduğunu, o kişinin burada çalışmadığını söyledi, inanılmaz derecede sinirlenmişti. Yalan söylendiğini anlamıştı Franken.

Bu defa da De Haan, bir gencin hayatını kurtarmak için yalan söylemek zorunda kaldığını ifade etti. Franken pembe renkli bir işaretleme kalemi aldı ve kardeşimin isminin üzerini çizdi. Gözlerimin önünde hayatına son verdi sanki.

Kardeşim Muhammed Nuhanoviç, 19 yaşındaydı. ‘Niçin onun ismini listenin altına ekledim?’ diye kendimi suçluyorum. “Listenin ortalarında bir yere koysaydım Franken belki de fark etmeyecekti, belki de yaşıyor olacaktı” diye düşünüp dururum.

Mülteciler arasında bir de babam İbro bulunuyordu. Potocari Kampı’ndaki herkes, kampın dışına çıkan hiç kimsenin yaşamadığını biliyordu. Babam, ben ve arabulucu olarak görev yapan bir diğer kişi -Nesip Mandzic- birlikte bir plan yaptık. ‘Dünya medyası Potocari’deki durumdan haberdar edilmeden, askerî bir müzakere timi ve gazeteciler gelmeden kampı boşaltmayacağımızı şart koşalım’ diye düşündük.

Ama tahliye çoktan başlamıştı. Hollandalı askerler mültecileri hayvan sürüleri gibi yönlendirip kampın dışına çıkarıyor, kadınlar ve çocuklar, dışarıda bekleyen Sırp askerlerinin araçlarına bindiriliyordu. Erkekler yürüyüşe çıkarılıp ağaçların arasında öldürülüyorlardı. Babam, istediği takdirde kamptan ayrılmama hakkına sahipti aslında. Müzakerelerde arabuluculuk görevi vardı ve bu nedenle de böyle bir ayrıcalığı vardı. Ancak Hollandalılar kardeşim Muhammed ve karısının kampta kalmasına izin vermeyince babam da onlarla birlikte ayrılmak istedi.

Bense bir yolunu bulmak için deliler gibi koşuşturuyordum. Yalvarıyordum “İzin verin, kalsınlar” diye. Hollandalı askerler ailemi Sırplara teslim etmeye kararlıydı. Ben de ailemle kamptan ayrılmak istedim ama bu defa da babam benim kalmam için ısrar etti ve ailemizden en azından birinin hayatta kalması gerektiğini söyledi. Sırpların neler yaptığını biri anlatmalıydı. Kardeşim, annem ve babam, arkalarında bir grup Sırp askerle birlikte gözlerimin önünde çıkıp gittiler. Annemi en son bir otobüse bindirilirken gördüm. O sırada ben, hâlâ BM’nin ailemi koruyacağını sanıyordum.

Ailemi kamptan uğurlayıp geri döndüğümde emirlere uymayıp ailelerini teslim etmeyen BM çalışanlarını görünce yıkıldım. İntihar etmek istedim, fakat kurtardılar beni. “Keşke ben de teslim etmeseydim” diyorum hâlâ, kendimi suçluyorum.”