Sözün yükselişidir kadın

Çünkü kadın, “sözün yükselişiydi”. Söz idi değerli bulunan, kıymeti katında belirtilen… Sözün yükselişi, hidayet aklının ihyası ile sağlanacaktı. Hidayet aklı, yani ayırt eden akıl demekti. Ayırt ettikçe tavır sahibi olacaktı kadın. Tavır, bir duruştur, durmak değil ama… Duruştur, yani sorumluluğunu belirlediği ve üzerine aldığı hâldir. Bu hâli ile bu tür “duruş”lar, durma hâli değil, “eylem” hâlidir. Sürekli bir şuur hâlidir. Uyanık olma farkındalık. Hangi olay olursa olsun kendini ya da toplumu ilgilendiren fark edişlerdir.

ÜZERİNE çok şey yazıldı, çizildi, söylendi. Sustu, olmadı! Konuştu, olmadı! Durdu, o yapamadı! Kimi zaman yere göğe sığdırılamadı, kimi zaman yerin dibinden çıkamadı. Kim ne istiyorsa o kılıfa büründü. Kendi ne istiyor diye hiç gündem olmadı.


Modern bir toplumdu yaşadığı. Adına tüketildi cümleler bir bir… Kelimeler, anlamlar, sorumluluklar hunharca yüklendi omuzlarına. Yüklendikçe arttı altından kalkamadığı soru(n)ları. Ya kendinden vazgeçti, deldi geçti naif benliğini; ya direndi, direndikçe ezildi, geçti gitti, kaybetti kimliğini.


Adından ziyade sıfatları ağırladı hep ziyaretçilerin. Zaten adının ne önemi vardı ki! Onun için planlanan kusursuzca işletiliyordu zaten.


Ağır bir imtihandı yaşadığı bu çağda. Çünkü o “kadın”dı haddizatında... “Kadından, kendisinde olmayanı isteriz, hasret yerinde kalır ve biz çekip gideriz.” (Necip Fazıl Kısakürek)


Bir durum hakkında konuşabilmek ya da tezde bulunabilmek için öncesini ve sonraki adımını dikkatlice gözlemlemek gerekir. Sorunu teşhis etmeden asıl cevabı bulmak, doğru bir tedavi yöntemi belirlemek, kimi zaman hikmetsiz bir iş yapmak, cana, mala, ruha zarar vermektir. 


Bunu şöyle bir örnekle açıklayalım: Başınız ağrıyor ve doktora gidiyorsunuz. Doktor sizi dinlemeden şöyle bir bakıyor ve “Senin bir şeyin yok, uyu geçer” diyor! Veyahut “Acilen seni ameliyata alalım, beynine bakmamız gerek” diyor! Hangi cevabı verirse versin, böyle bir durumda en tecrübeli doktor dahi hatalı bir sonuç çıkarmıştır. Çünkü muayene etmeden, gerekli tahlilleri yaptırmadan hiçbir ehil doktor yukarıdaki ifadeleri dile getiremez.


İşte bahsi geçen “kadın” konusu da tıpkı böyle. Ne zaman soru(n) olarak karşımıza çıktı, çıkan durumla varmak istenilen nokta neresi, bu durumun gündeme gelmesinin faydası, zararı kime diye diye sade gerçekliği arama mücadelesini sürdürüyoruz.


Baba istediği zaman, istediği kimseye kızını satabilirdi


Kısa bir tarih turunda kadın ne zaman, nerede, nasıl soru(n) oldu, kısaca bir göz atalım…


Eski Hind hukukunda hiçbir muamelede kadına hak tanınmazdı. Bu hukuk karşısında kadın, evlenme ve varis olma hakkından mahrum idi. Hatta Budizm’in kurucusu olan Buda, ilk zamanlarda kadının dinine girmesini bile kabul etmiyordu.


“Hammurabi Kanunları”nda ise, erkeğin birden fazla kadınla evlenemeyeceği esas tutulduğu hâlde, metres hayatının yaşanması ve bazı hâllerde de birden fazla kadınla evlenmeyi kabul edilmişti.


Cahiliye dönemi kanunlarında aile reisi ve aileye mutlak hâkim olan erkek idi. Kızlar babalarının evlerinde bir hizmetçi gibi muamele görürlerdi. Baba istediği zaman, istediği kimseye kızını satabilirdi. Boşanma hakkı yalnızca kocaya verilmişti ve koca bu hakkı istediği şekilde kullanabilirdi. Kız çocuklarının varis olabilmeleri için, ölen kimsenin kızlarından başka hiçbir varisin bulunmaması şart koşulmuştu.


İran’da erkek kendi kız kardeşi ile evlenebilirdi. Bu durum, insanlar tarafından ayıplanmazdı. Hatta teşvik edilirdi. Soy-sopun hiçbir anlamı olmayıp anne ve kız kardeşlerin saygıya değer hiçbir yönleri yoktu.


Eski Roma ve Yunanlılarda kadının hiçbir değeri bulunmadığı ve hiçbir hakka sahip olmadığı bir gerçek olarak tespit edilmiştir. Onlarda evlenmede tek ve en önemli gaye, bir erkek çocuğa sahip olabilmek, şehevî istek ve arzuları tatmin etmek ve mal-mülk yerine bir bekçi, eve bir hizmetçi temin etmek idi. 


Yahudilerde de kız, erkeğe “Drahoma” adı altında, külliyetli para vermek zoruna idi. İçinde bulunduğumuz bu asırda bile bu gelenek titizlikle uygulanmaktadır.


Bir Yahudi ailesinin dünyaya gelen kızları için ilk düşündükleri ve kızın evlenme çağına gelmesine dek çırpındıkları şey, kızlarına bu meblağı veya karşılığı olan mülkü nasıl tedarik edecekleri hususudur. (İşte hassaten İslâm dininin kadına hiçbir hak tanımadığını Müslümanlar arasında kendi uşakları vasıtasıyla yaymak isteyenlerin kadına verdik­leri kıymet ile İslâm’ın evlenecek erkeği mehir vermesiyle yü­kümlü tutmasından, İslâm’ın kadına verdiği kıymet açıktır.)


Eski Çinliler kadını insan bile saymıyorlardı. Bunun içindir ki, kız çocuğuna ad koymayıp onu bir, iki ve üç diye sayı ile çağırırlar, onlara hayvan nazarı ile bakarlardı. Eski za­manda İngiltere’de kocaların, eşlerini 1 sente satabildikleri günümüzde tarihe geçen bir gerçeklik oldu. 


Arabistan’da İslâm’dan önceki devirlerde kadının durumu yürekler acısı bir hâl arz etmekte idi. Kız evlatları diri diri toprağa gömülüp öldürülüyorlardı. Kadın mirastan mahrum bırakılmıştı. Kocası ölen bir kadına ceketini ilk atan kimse, ona sahip çıkardı. Erkek ceketini kadının üzerine attı mı, artık o kadına kayıtsız şartsız sahip olurdu. Kız çocuğu ailede bir yüz karası, bir yük telakki edilirdi. Bunun içindir ki, ailede sonsuz haklara sahip olan baba, kızını diri diri toprağa gömüp öldür­mekte serbestçe hareket edebilirdi. Kız evlatların bu şekilde öldürülmesinde hiçbir mahzur görülmediği gibi herhangi bir cezaya da çarptırılmaz, yadırganmazdı.[i]




İslâm, kadına hakkını teslim edendi. Dahası onu toplumu kurmayla görevlendirendi. Toplumun mihenk taşı olandı. “Kadınlara ancak asalet ve şeref sahibi kimse değer verir. Onları ancak kötü ve aşağılık kimseler hor görür” diyerek verdiği görevi kolaylaştırmaya çalıştı hep Resul. Emanettir o, kıymetini bilmeyene cezası vardır, dedi. Sahip çıktı kadına, onun da ümmete sahip çıkacağını bildiği için.

Batı, kadının aklından çok bedenini kullandı


Görüyoruz ki İslâm’dan önce hiçbir topluluk kadına hak ettiği yeri vermemiş, kadını kendi belirledikleri bir hayat düzenine oturtmuşlardı. Batı, kadının aklından çok bedenini kullandı. Araba reklâmlarında bile kadınlara yer verilmesindeki öncelik “Kadınlar iyi araba kullanabilir” mesajıyla ne uzaktan ne yakından ilgiliydi. Kadın güzeldi ve dikkat çekebilmek için gözler önünde olmalıydı. “Kadın hakları” diye diye süsledikleri özlü sözler ile yaptıkları arasında uçurumlar varken, onu “özgürlük” kisvesi altında zincirlere bağladılar. 


“Kadın zayıftır” dedi ve beden sağlığını unutturdu, “Kadın güzeldir” dedi, kendi ile barışık yaşamasını bilmeyen isyankâr tipler üretti. Sürekli estetik ameliyatları ile kadına şekil vermeye çalıştı. “Kadın tüketir” dedi, üretmeyi unutup harcamaya ve yok etmeye odakladı. “Kadın özgürdür” dedi, evler kadınsız, çocuklar anasız kaldı. “Kadın annedir ama kariyeri daha önemli” dedi, anaokulları çocuklarla doldu taştı. “Kadın gençliğini bilsin” dedi, evlilik yaşı aldı başını gitti. Evlenenler üç günde mahkemelik oldu. Birileri batılca konuştu, kadın dinledi, yaptı, tüketti, tükendi… Söylemleri bile artık kendi gibi değildi! 

Üzerindeki baskı ağırdı kadının. İhtiyaçsız ihtiyaçları günden güne artıyordu. Daha ideal olmak zorunda hissettirildi. Bu sebeple kadın önce evinden, sonra çevresinden ve en son özünden uzaklaştırılarak istenilen kalıba sokulmaya çalışıldı. Kendine ait olmayan bu kalıpta kaybolmaya başladı kadın. Yaptıkları, söyledikleri ondan geliyor ama ona ait olmuyordu.

Ve sonra en temel problem bu oldu. Kadın önce (s)özünü düşürdü, sonra toplum düştü! Ayırt etmeden, her şeye tamahkâr yaklaşmak, cafcaflı hayatın renk cümbüşü arasında kendini kaybedip asıl renginden, kokusundan uzaklaşacak ve terk edecekti anlamlı olan ne varsa. Ev, okul, iş, alışveriş derken düşecekti takvim yaprakları bir bir… Söylenecektisürekli. Sürekli bir şeyler hep engel, hep dert olacaktı onun için. Kadın, hiç çıkılmayacak bir girdabın içindeydi adeta.

Kadın, toplumu ihya edendi

Oysa Kadın neydi? Kimdi kadın? Bir anne, bir evlat, bir eş, bir yâren, bir dost, bir sırdaş, bir liman… Batı’nın ve sistemlerinin ağır prangalarında hapsolmayı tercih ettiği kadar var olmaya çalışan, İslâm’ın ona bahşettiği değeri tercih ettiğinde ise dünyanın ona kul olduğu bir yaşamın sahibidir kadın.

İslâm’ın içini saliha kadınlar doldurdu. Hatice vefası ile yâr, Aişe ilmi ile kâr. Fatıma ile ahlâk kokan, Meryem’inde iffet, Asiye’sinde sadakat dolan bir dünya vardı. Ve çok daha fazlası belki de… Bozuk olan bir sistemi düzeltmek ne kadar imkânsız gözükse de düzenleyicisi var olduğu sürece korkulacak bir şey de yoktur aslında.

Kadın, toplumu ihya edendi. İhya etmek, eski durumuna getirmek, sevindirmek, saadete kavuşturmak demektir. Bu yüzdendir ki Âdem (as)’den bu zamana kadar hep en ön safta yerini almıştır. Çünkü toplumun aslı “aile”dir. Ailenin merkezi ise “kadın”dır. Bu merkezi hakikati karalamak isteyenlerin dillerinde pelesenk oldu ısırılan elma mı, armut mu? Bunu ilk yapan kadın mı, erkek mi? Bu safsatalarla oyalatılan bir nesil de böyle böyle çürüdü gitti…


Halbuki, kural gibiydi gerçek. “Dünyada aileye hâkim olan kadına hâkim olur, kadına hâkim olan projesini gerçekleştirir, medeniyetini kurar.” Medeniyet demek, bir ülke veya toplumun maddî ve manevî varlıklarının, düşünce, sanat, bilim ve teknoloji gelişmişliğinin ifadesidir. Şehirleşmektir… Kendini bilmek, kendi değerlerinden taviz vermeden gelişmektir…


Nasıl ki kalp olmadan hayat ikame edilemezse, kadın olmadan da toplum can bulamazdı. Erkek akıl, kadın kalp; birlikte dengeleyerek kıyama duracaklardı elbet. Ne kalpsiz akıl ne akılsız kalp kâmil bir bedeni oluşturamayacağı gibi, kadınsız toplum refaha ve medeniyete kavuşamayacaktı.


İslâm, kadına hakkını teslim edendi


Erkek ve kadın, birbirinin denge unsurudur. Ne kadını yüceltip erkeği alçaltmak ne erkeği yüceltip kadını alçaltmak bir kazanım sağlayacaktır. Şüphesiz kadını ve erkeği yaratan Allah, onlara olan görevi en adil şekilde pay etmişti. Erkek çalışan, emniyeti sağlayan, kadın ise ihyâ ve inşâ edendi. Bu Allah’ın bir kanunuydu. Erkek baş ise, kadın o başı döndüren boyun misaliydi adeta. Öyle bir kadın ki hem iç hem dış dengeyi sağlayıp, özünü bozmadan mücadelesini sonuna kadar devam ettirecek.

İslâm, kadına hakkını teslim edendi. Dahası onu toplumu kurmayla görevlendirendi. Toplumun mihenk taşı olandı. “Kadınlara ancak asalet ve şeref sahibi kimse değer verir. Onları ancak kötü ve aşağılık kimseler hor görür” diyerek verdiği görevi kolaylaştırmaya çalıştı hep Resul. Emanettir o, kıymetini bilmeyene cezası vardır, dedi. Sahip çıktı kadına, onun da ümmete sahip çıkacağını bildiği için.

Kadın, Batı’nın, kadını da erkeği de batırdığını, fıtratlarını bozduğunu fark ettiğinde tüm hesaplar bozulacaktı. Bu bataklığı hazırlayanlar, muhtemeldir ki bunun içinde tedbirlerini alıyorlardı. Şüphesiz süslü tuzaklarıyla, sürekli tüketme mentaliyle bencilleştiren ve sınırsız arzuları dayayan reklâmlarıyla mücadele etmek gerekecekti. Ve belki de bunu yapmak bilmeyen ya da tehlikeyi fark edemeyenler için çok da umursanmayacak veyahut oldukça karmaşık olacaktı.

Ve dahi kadın, bu ümmetin geleceğinin muhafızıydı

Haklı da olsalar, haksız da anneler babalar hep suçlanacaktı. “Sen böyleysen sebebi ailen”reklâmları çıngıraklı yılan gibi minik bir ısırıkla akıtacaktı zehrini kalplere. Bir yandan kendini çocuğuna adayanlarla, çocuğuna karşı kendini tercih edenler furyası oluşacak ve hep bir yarış hâlinde kimin en iyi olduğu çekişmesine gireceklerdi. Bir yandan da ailelerinden değer görmeyenler onlardan uzaklaşacak ama insanın asıl uzaklığının kendine olduğunu hiç göremeyeceklerdi. Görmelerini istemeyenler vardı çünkü. Eğer bir insan kendi değerini ona asıl verenin haricinde ararsa, zaten içinde bulduğu labirentten hiç çıkamazdı.

“Anaokulları çoğaldıkça analar kayboldu” dediler. Haklıydılar… Çünkü analar okul olunca kitleler yolunu bulacak, yuvası ilim olan hanelerden topluma yön veren liderler, mücahitler, müminler çıkacaktı. Ve dahi kadın, bu ümmetin geleceğinin muhafızıydı. Korur kollar, isterse ihya eder, isterse imha eden olabilirdi. 

Kadın kendi yerini belirlediğinde, özüne kavuştuğunda, değerli olduğunu fark edecek ve tüm bu tuzaklarla mücadele etmek sandığı kadar zor olmayacaktı. “Ben kimim, bu kimliği bana kim neden verdi? Üzerime yapışan bu etiketlerin benimle bağlantısı ne?” diye sordukça, aradıkça, aşacaktı duvarları. 

Çünkü kadın, “sözün yükselişiydi”. Söz idi değerli bulunan, kıymeti katında belirtilen…Sözün yükselişi, hidayet aklının ihyası ile sağlanacaktı. Hidayet aklı, yani ayırt eden akıl demekti. Ayırt ettikçe tavır sahibi olacaktı kadın. Tavır, bir duruştur, durmak değil ama… Duruştur, yani sorumluluğunu belirlediği ve üzerine aldığı hâldir. Bu hâli ile bu tür “duruş”lar, durma hâli değil, “eylem” hâlidir. Sürekli bir şuur hâlidir. Uyanık olma farkındalık. Hangi olay olursa olsun kendini ya da toplumu ilgilendiren fark edişlerdir.  

Gücü yetmese de “tavır” devamlılık arz eder. Zira tavır, güce oranlı devamlıdır. Elidir tavır bizzat müdahil olduğu. O olmazsa dilidir tavır, söylemleriyle yücelttiğidir kelâmı. O da olmazsa kalbidir tavır, duruşunu koruduğu, özünü kaybetmemek için verdiği çırpınıştır. 

İlâhî olanda da kadın, hiç durmadan arayan, asilce susan, hikmetlice söyleyend



[i] Ali Eren, İzdivaç ve Mahremiyetleri