Sözün özü

Sözü sevmek ve sevdirmek için kullanan insanlara Yaradan da meramı giderecek yönde ilham verir. Sözünü ölçüp tartarak söyleyenin eksiğini gediğini O tamamlar. İnsan bu, bütün etkilerin muhasebesini yapacak bir zihin pratiğine sahip değildir. Ama halis niyet, her işte olduğu gibi sözün etkisinde de Allah’ın yardımına mazhar olur.

BEŞ duyu organının insana ve çevreye zarar vermemesi ne zor zanaat. Hepsi bir sorumluluk yüklüyor varoluşa. İşte beşeriyet öyküsü tam da yaratılışın lütuflarıyla başlıyor! İnsan her şeyi sadece kendi faydasına gibi düşünse de (ki her şey fayda ile yaratılmıştır), buna ek olarak, âleme fayda vermek gibi ilâhî bir misyon, kimseye zarar vermemek gibi ömürlük bir gayret ihtiyacı kaçınılmazdır.

Dilin de, elin de hareket alanı böyle bir görev ve gayret ile sınırlıdır. Sözü etkisinden muaf tutamayacağımız gibi, insana ve ömrüne temas eden hareketleri de katma değersiz düşünemeyiz. Fakat beş duyu organının ait olduğu bedene ve ruha ve bilhassa da kâinata menfi tesirlerde bulunmaması ya da en azından istemsiz hatalı etkileşimin asgarî düzeye indirilmesi, insanın boşlukta yaşayıp gitmesiyle mümkün olamaz.

“Boşlukta yaşamak” tabirini de biraz açmak gerekirse… Boşluk, her an iyi ya da kötü mamulle doldurulabilecek bir alandır. Şeytan da tam olarak bu iş üzere çalışır durur. Beşerin kalbinde, zihninde ve ruhunda çeşitli gedikler açmak, şeytanın en büyük başarısıdır. Ahirinde bu gedikler zararlı maddelerle dolar. Diliyle, eliyle, gözüyle, sözüyle zararlı insanlar da şeytanın boşluklarını ibadetle doldurmamanın mecburî akıbetidir. Evet, insan ancak beş vakit namaz ile beş duyu organını hizaya çekebilir. Fakat bu ve benzer tüm kulluk gayretleri, hatayı ve kusuru sıfırlayamaz. Çünkü insanın nefsi her an şahlanışa geçecek, kendini memnun etme yolunda faydasız ya da zararlı eylem ve söylemlere teşvik edecektir. Hâl böyleyken, ibadetsiz, şükürsüz ve zikirsiz zaman dilimleri boyunca boşluklar gitgide büyür ve şeytanî hevesler için çok uygun bir vasat oluşturur.

Doğru sözün ve doğru eylemin kalbe ilham olması da ancak kişinin iyiye gayretiyle mümkündür. Bu gayret kimseyi doğrunun sahibi yapmaz, fakat gayretsiz insana Yaradan da doğruyu bahşetmez.

Bir sözün yıktığı köprülerden acı dilin sahibi mahlûkun sorumlu tutulmayacak olduğu yerde adaletin ve hakkın tecellisinden de söz edemezdik. O yüzdendir ki, Yaradan insana doğru sözlü olmayı ve insanı incitmemeyi öğütler. O yüzdendir ki, Peygamber Efendimiz (sav) dilden çıkana dikkat etmemiz hususunda müminleri teyakkuza geçirir.

En nihayetinde, İslâm’a giriş anahtarı da İlâhî bir kelâmla olmakta, aksi yönde sarf edilecek birtakım cümleler de insanı dinden çıkarabilmektedir. Nihayetinde namaz kılarken de söz vardır, dua ederken de, tespih çekerken de, Kur’an okurken de. Söz ve kelâm bunca hassas bir dengede olmasaydı, Rabbin bahşettiği bu sistemde de bu kadar kıymetli olmazdı.

Beşerî hayatlarımızda da sözle tanışıyor, sözle evleniyor, sözle başarılar elde ediyoruz. Bu her ne kadar insanın kurduğu bir düzen gibi görünse de Allah’ın kurgusundan devam eden bir incelik olduğu aşikâr. Şimdi kalkıp da argo ve küfürlü konuşmanın, şaka ya da samimiyet adı altında insan denilen şerefli mahlûku alaya almanın, fütursuzca eleştirmenin ya da suçlamanın, kişinin olmadığı yerde gıyabında konuşmanın basit şeyler olduğu söylenebilir mi? İnsan, en çok da düştüğü hataları ve günahları basit kabul etmek gibi bir yanlışın yolcusudur. Çünkü ancak bu şekilde hem yanlışında devam edebilecek, hem de kendiyle barışık kalacaktır. Ama arada insan kendine de sitemkâr olmalı galiba. Yoksa bütün yanlışları aklaya aklaya zarar oranı yüksek bir ömür sürmek durumunda kalabiliyor. Bunun yanında, zararı bir tek kendine değil, bütün kâinata yayılım gösterebiliyor.

Alaycı konuşan ve “dobralık” adı altında her aklına geleni söyleyen insanların kalp soğutan etkisi vardır. Bunu sıklıkla öz benliğin zedelenmesi olarak yorumlasalar da işin mahiyeti çok başka! İnciten hitapları diline pelesenk etmiş insanlar, muhatabının öz benliğinde hasar bırakamazlar. Çünkü duyulan hiçbir menfi söz, kişiye özel olmayıp, sözün sahibinin çirkin bir alışkanlığı olarak çoktan kabul görmüştür. Ama böyle olmasına rağmen kalpleri soğutan etkisi, İslâm’ın ve fıtratın incelikle yaşamaya uygun oluşundandır. Yaradan bile Kur’ân-ı Kerîm’in de sözün en güzelini söyleyerek insanları doğruya çağırır. Peygamberimiz de en kötü ahlâklıya bile en yumuşak tonda ve en naif mânâ ile cevap verir. Çünkü bu ancak insanın kalbini ısıtacak, hoş bir iz bırakacak ve bu izler zamanla kalbin doğruya ve iyiye olan tutkusunu artıracaktır.

Şarkı sözleri, şiirler, maniler, film replikleri ve daha ne kadar sözün kullanım alanı varsa hepsinde de iki tip etkileşim vardır: Ya insanı fıtrattan uzaklaştıracak ya da unutulan fıtrî duyguları uyandıracak.  

Sözü sevmek ve sevdirmek için kullanan insanlara Yaradan da meramı giderecek yönde ilham verir. Sözünü ölçüp tartarak söyleyenin eksiğini gediğini O tamamlar. İnsan bu, bütün etkilerin muhasebesini yapacak bir zihin pratiğine sahip değildir. Ama halis niyet, her işte olduğu gibi sözün etkisinde de Allah’ın yardımına mazhar olur.

Son nefeste en doğru sözü söyleyebilmek, Şehadetle bu ömrü tamam edebilmek için de sanırım ibadet ve kulluk kadar, ömür boyu sarf edeceğimiz sözlerin kalplerdeki inikasına da dikkat etmekle yükümlüyüz. Dil ile kırıp dil ile berbat ettikten sonra, son nefeste dilin şehadete yetmesini beklemek de hayâlcilik olur. İşte ekilenin biçildiği bu âlem, yaşamın her bir satırına özenle eğilmeyi gerektirir. Ömrü boyunca sözünden kâinat incinmesin diye gayret edene, Kerîm Allah da son nefeste şehadeti nasip eder inşallah.