
BİLMEK, her şeyden önce olmak demektir. Ne kadarsam, o kadar bilirim. Ben bende ne kadarsam, o kadar yaşarım. Gerisi mi? Kopya hayatlar, kopya zamanlar, beynimizin hafıza merkezinin dipsiz kuyusunda kaybolmuş hatıralar...
Kelimelerimizle düşünür, konuşur ve yazarız. Herkesin kasasında aynı sayıda kelime yok. Aynı sayıda kelime olanlar ise aynı sayıda kombinasyon kurmuyor. Hayat isteyerek ve farkında olarak bilginin ve deneyimin peşine düşmekle değiştirilir ve zenginleştirilir. Okumayı sevmeyen, kaliteli sosyal faaliyetler sergilemeyen ve kendi gelişimine yatırım yapmayan bir kişinin elindeki bin kelime ile yapabilecekleri sınırlıdır.
Kendi ile meşgul olmayan bir bilinç içine çöker; zamanı verimsiz harcar, zayıf ve kopya bir yaşam sergiler. Diğer taraftan okumayı seven, hayatı her seferinde farklı deneyimleyebilmek için mücadele eden bir bilinç ise artan kelime haznesi, gelişen karakteri ve renkleri çoğalan deneyimlerine paralel olarak söz bakımından güzelleşir, davranışları örnek ve zamanı mücevher olur.
Terazinin kefelerinde neler olduğu açık. İnsan seçimleri ile yaşar. Bile bile uykuyu, bile bile yerinde saymayı seçip de insan olmanın anlamını kaybeden ne kadar çok insan var. Kalabalığın ve genlerinin peşinden giden ve elinde ne varsa onunla yetinenin elde etmek istediği sonuç nedir? Yaşamak mı, yaşamı aramak mı?
Çırak, ustasına gelerek sorar: “Usta, uzun süredir yanında çıraklık yapıyorum, anlayamadığım bir şey var. Ben bir demirci çırağı olmak zorunda mıyım? Binlerce farklı insan ve o kadar farklı meslek ve hayat var. Ben neden şu an bunu yaşıyorum? Başka nasıl bir hayat yaşayabilirim? Ya da ne yaşıyorsam sadece ona mı odaklanmalıyım? Benim için neyin iyi, neyin doğru olduğunu nasıl bileceğim ve serbest iradem seçimi nasıl yapacak? Farklı düşünceleri nasıl analiz edeceğim? Doğrusu kafam çok karışık…”
Usta, elindeki işi bırakıp çırağa tam olarak döndükten sonra konuşmuş: “Cevaba geçmeden önce senden yapmanı istediğim birkaç iş var, ondan sonra suallerine bakalım, olur mu?”
Bunun üzerine usta, çıraktan, önce yerleri bir güzel temizlemesini, ocaktaki çayı döküp yeni bir çay koymasını, çay olunca iki bardak çay alıp getirmesini istemiş. Çırak söylenenleri güzel bir şekilde yerine getirip ustasının karşısına geçmiş. Ustası pırıl pırıl çay bardağına ve içindeki çaya hayranlıkla bakıp bir yudum alarak çırağına dönmüş ve “Cevabını aldın mı?” demiş. Çırak şaşkın bir vaziyette ustasına bakınca, usta daha fazla vakit kaybetmeden anlatmaya başlamış:
“Yerleri ben dediğim için temizledin ama demesem de vakti gelince temizliyordun zaten. Peki, burada benim temizlemeni istemem ile temizlik denen şeyin sendeki varlığı hakkında ne diyebiliriz? Temizliği sevmeyen biri olabilirdin ve söylemedikçe yapmazdın ki bu, temizlik konusunun sende değer ve önem olarak pek yer kaplamadığı anlamına gelirdi. Şükür ki, sende durum böyle değil. Ben söylemesem de, en geç, çıkarken yapacaktın bunu. Böyle birçok değer var, saygı, sevgi, çalışmak, üretmek, faydalı olmak, iyilik yapmak ve kendini geliştirip sorumluluk sahibi olmak gibi...
Peki, önemli olan değerler midir, bu değerlerin yaşatıldığı meslekler ve yerler mi? ‘Bu değerleri ben doktor olarak, öğretmen olarak, idareci olarak veya başka bir meslek sahibi olarak icra etmek istiyorum’ dersen, içine sorman gereken başka sorular olacak. Bu da senin seçimlerle ilgili soruna denk geliyor.
Değerlerin, gelişimin, insan olma sorumluluğun önde gider ve koruyabilirsen elindeki hazineleri, nereye gittiğin ve neyi seçtiğin çok önemli olmayacaktır. Yeter ki seçimini sahiplenip elinden geleni yap, kapasitene göre seçimlerini düzenle. Bu şekilde kendine ve insanlara hangi alanda daha çok fayda sağlayabileceksen o alanda ilerlemek elbette daha uygun olur.
Bir de şu ince nokta var: Yaptığın meslek ne olursa olsun, o mesleği öyle bir icra edeceksin ki diğer tüm meslek sahipleri seni örnek alsın, ışığın dünyanın diğer ucundan görülsün. Hem Hakk’ın, hem halkın gönlüne girersin o zaman. O an aklına, ‘Acaba doğru meslek ve yerde miyim?’ diye bir soru da gelmez.
Ama yok, seçimlerini belli gözlemlere dayandırarak; en iyi ücreti alan, en iyi itibarı olan, en rahat yaşatan şeklinde seçersen, bu tür seçimler değer ve sorumluluklarının önüne geçerse, olan sen değil, yaşadıkların ve yaşayacakların olur. Yani temizlik sadece bir görev olur ve şartlara göre yaparsın. Demirciliği sorgularsın, başka seçenekler için çok fazla düşünürsün de içinden çıkamayacağın soru yumaklarında kaybolabilirsin.
Evet, şu an demirciliği bırakabilir ve hayatın için farklı seçenekleri değerlendirebilirsin. Sana, gidersen yine aynı tavsiyeyi veririm. Arayışın dışarıya doğru değil, içeriye doğru olsun.”
Çırak, demirciliğe devam etmeyi seçmiş. Çünkü önce olmak ve önce içinde sağlam değerler inşâ etmek gerektiğine, ondan sonra dilerse farklı yolculuklara çıkabileceğine inanmış.
Farklı açı ve farklı mesafelerden bakmak
Resim kurslarında hiç eskimeyen bir kural vardır: Ara sıra yapmakta olduğun resme farklı açı ve farklı mesafelerden bakmak… Bunu deneyimlemiş biri olarak diyebilirim ki, gerçekten resim, baktığınız yere göre değişebiliyor ve ona göre farklı düzenlemelerde bulunabiliyorsunuz. Bu itibarla, şu an kendimiz hakkında ne düşünürsek düşünelim, ne bilirsek bilelim, kendimize ayna bulmalıyız ki içimizi ve dışımızı doğru şekilde tahlil edip ona göre bir yol haritası çizebilelim.
Yaşadığımız her an bir deneyim. Şu an, evet, şu an bizim özümüz ne, sözümüz, oturuşumuz, kalkışımız, giyimimiz, temizliğimiz, kokumuz, bakışımız ve hatta susuşumuz ne, nasıl? Bir mola verelim şu apar topar yaşamaya. Okuyalım kendimizi, sağımıza ve solumuza, yukarı ve aşağıya dikkatlice bir bakalım. Fark etmeye ve hissetmeye çalışalım; içtiğimiz suya merak, saygı ve biraz minnet duyalım. “Söz ötesi” diye bir şey var. Söz hep var, olacak da; durup o sözün ötesine bakmak herkese nasip olmayacak.
Demirci çırağı bir gün yine ustasının dizinin dibine oturmuş ve izin alarak sormuş: “Usta, içimde çok fazla düşünce ve hâl, dışarıda ne çok değişik insan, davranış, söz ve hareket var. Ne ola bunun hikmeti?”
Usta sevgiyle, meraklı çırağının gözlerine bakarak konuşmuş: “Hakikatin en doğrusu Allah’tadır, bize düşen yansımalarıdır. Hepimiz aynı mayadan yapıldık; aynı görünür ve görünmez sistemlerle inşâ edilmiş olsak da durduğumuz noktaya göre hayat bizden değişik şekillerde yansır. Hepimizde sevginin, öfkenin, azmin, tembelliğin, vefa ve vefasızlığın, cimriliğin ve cömertliğin, zekânın, çabanın, anlamanın ve daha bir çok insanî hâlin oranı farklı şekillerde dağılır. Bunun üstüne bir de farklı zamanlarda, farklı mekânlarda farklı kişi ve olaylara, eğitime, genlere maruz kalmak suretiyle oluşan kombinasyonu düşün… İki insanın aynı benliğe, aynı içsel yapıya ve yaşayışa sahip olması mümkün mü?
Yaratan öyle bir yaratıyor ki, sanatına hayran olmamak mümkün değil. Ayrıntılar, farklılıklar o kadar muazzam ki insanın aklı ve mantığının yapacak bir şeyi kalmıyor. İnsana ömür üstüne ömür verilse, Allah’ın ilmini araştırmak ona yeter de artar.”
Allah-u Teâlâ ve ilmi, bize yeter de artar sevgili okur. Bize sonsuzluk yeter, sonsuzluğu bırakıp da sonlu olan birkaç şeyin içinde kendimizi harap etmeyelim. Söze değil, ötesine bakalım.
Büyüklerimiz, evliyalarımız nice hikmetli sözler bırakmışlar arkalarında. Yunus Emre’nin sözleri ile devam etmek istiyorum: “Her nereye bakarsan yüzündür./ Kim de ne görürsen kendi özündür.”
Bir diğer sözünde de Yunus, “Cümleler doğrudur sen doğru isen/ Doğruluk bulunmaz sen eğri isen” diyor. “İnsan” denen aynayı anlatan iki harika söz. Bu sözler içinde yolculuğa izin verenler için her söz, sözler ötesidir.
Okumak, hayatın en özel konusu; zira Peygamber Efendimize (sav) gelen ilk emir, ilk söz de bu. Okuyabildiğimiz kadar olur, olduğumuz kadar anlayabilir ve yaşarız. Okurluk asla yazılı şeyler üzerine sıkıştırılamaz. Esas olan, yaratılanı okuyup Yaradan’a yol almaktır. Elimize aldığımız kitabın sayfaları hesap edilebilir fakat bir insanın varlık âleminde okunabilecek sayfa sayısını hesap etmesi mümkün değil. Yaşadığımız her an içinde binlerce sayfalık kitap barındırırken, üstüne bir de tüm varoluşu okuyabilmek imkânsızdır. Bize düşen, ömür içine sığdırabileceğimiz sayfa sayısını artırma çabasıdır.
Yaşam okulunda herkes için ortak bir dil kullanılır. Yunus Emre’nin dediği gibi içimiz dışımıza, dışarısı bize ayna. Yansımaları değerlendirmeye çalışmamız gerek ama bunun için de kendimizi sürekli gelişen bir içsel yapıya kavuşturmamız gerek. Peygamber Efendimiz (sav) “İki günü eşit olan bizden değildir” derken bu hususa dikkat çeker. Oku emrini tatbik için her gün yeniden doğuş, yeniden fark ediş, yeniden uyanış, yeniden talep, yeniden mücadele, yeniden yürüyüş ve ilerleyen bir gelişim gereklidir. Dün, yarınları bağlamaz. Kâinatın ve varoluşun dün ile alâkası zayıflamıştır. Konumu, büyüklüğü ve içindekiler birçok anlamda değişmişken insanın dünün gözlüğü ile bugünü görmesi bulanık olur.
Aynayı çok iyi tefekkür etmeliyiz. “Şu çimenler bana ne anlatır, şu can sıkıntım şu an bana ne mesaj vermeye çalışıyor, şu hasta ve hastalığı nasıl okuyabilirim, başımın üstünden geçen şu serçelerin amacı neydi; yıkılışımın, ağlayışlarımın, sevinçlerimin, yalnızlığımın, günahlarımın, kısaca benliğimin hikmeti neydi?” gibi sorular sormanın hikmeti nedir? Gelmeyen cevapların, bitmeyen yolların hikmeti neydi? Anlayamamanın, anlaşılamamanın, anlatamamanın hikmetleri neydi?
Ayna karşımızda, ayna her tarafta. Karşısına geçip aklımıza gelen her şeyi soralım. Sözü de, sükûtu da, öteleri ve çok öteleri de soralım. Cevaba çok takılan var; bir duralım, soluklanalım, önce soru sormayı öğrenelim, sonra dinlemeyi. Cevapların gelebilmesi için kabımızı büyütelim, anlama hacmimizi genişletelim. İstediğimiz cevap, içimize sığamadığı için gelemiyor. Ayrıca ondan öte bir şey var; Yaratan, gökler, yerler ve yaratılan önce sorularımızı duymak istiyor. Rabbin yeryüzüne halife tayin ettiği insan, âleme nasıl hitap ediyor, neler soruyor, nasıl dinliyor, bunu görmek istiyor.
Haydi kalbimizden bir seslenelim âleme; dinleyişimizi, tefekkürünüzü, kalp kulağımızı âlemin akışına, en sevdiğimiz dostumuzun omzuna yaslanır gibi yaslayalım. Nerede, kiminle ne yapıyorsak yapalım, çevresine ışık olanlardan olmaya gayret edelim. Sözümüzü ve özümüzü her gün yoklayıp gereken ilgi ve alâkayı göstererek gelişimini sağlayalım. İnsan olmanın sorumluluğu ağırdır, heyecanlıdır, gizemlidir ve büyük bir nimettir. Bunun bilinciyle kendimize her şeyden daha çok özen gösterelim. Doğru şekilde kendimize yaptığımız her yatırım, yakınlarımıza, vatanımıza ve yarınlarımıza yapılan yatırımdır.
Sözü güzel sözlerle uğurlamak istiyorum. Özünüz ve sözünüz gül koksun, sevgiyle kalın…
“Dilleriyle insanları kıranları ibadetleri temizleyemez.” (Hazreti Muhammed -sav-)
“Selam olsun göğsünde dev bir kor taşıdığı hâlde çevresine zemzem olana!” (Mevlâna)
“Sözü süz de söyle, gönlü bulandırmasın. Sözü diz de söyle, kulağa inci diye takılsın. Sözü yüze söyle, gıybet olup utandırmasın.” (Şems-i Tebrizî)
“Olgunluğun ve üstünlüğün yoksa dilini ağzında sakla!” (Sadi-i Şirazî)
“Bir insanın davranışı, sözlerinden daha yüksek sesle konuşur.” (Dale Carnegie)
“Sevdiğimiz insanın her yalanında bir doğru, sevmediğimiz insanın her doğrusunda bir yalan ararız, ne garip, değil mi?” (Dostoyevski)
“Karakteri zengin olanın tercihi sadeliktir.” (Leonardo Da Vinci)