
TÜRKİYE’nin NATO ve onun patronları olan ABD ve Avrupa
ile - olayların gidişine bakılırsa- bir gün bir yerde bir münasebetle karşı
karşıya gelmesi kaçınılmazdı. Nitekim o gün bugündür ve bu karşı karşıya
gelmenin ön göstergeleri gerçekleşmeye başlamıştır.
Ne demek istediğimizi açalım…
NATO, el altından desteklediği 15 Temmuz darbesinden
sonra kontrolünden çıktığını düşündüğü Türkiye’yi çeşitli NATO tatbikatlarında
bir ötekileştirme peşinde olduğunu her fırsatta gösterdi. Özellikle bazı
tatbikatlarda yaptıkları Ali Cengiz oyunlarıyla Türkiye’yi hedefe koyduklarını,
yoruma ihtiyaç bırakmayacak derecede bir pişkinlik ile gösterdiler. Onların plânı,
Türkiye’nin bir vekil devlet hâlinde kalmasıydı. Efendiler savaş açacak, biz de
Kore’de olduğu gibi, koşa koşa cepheye gideceğiz, bizi merminin ağzına sürecekler
ve “Bravo, ne yiğit bir ordusunuz!” diye alkışlayacaklar. Onların keyfi için
benim Mehmetçiğim ölecek, ben de “güvenilir müttefik” algısıyla kendimi
kandıracağım. Onların gönüllerinden geçen Türkiye hayâli buydu.
Ancak 15 Temmuz’dan sonra ipler koptu ve Türkiye kendi
eksenini oluşturmak üzere tarihine, coğrafyasına ve medeniyetine geri döndü. Elbette
bu tavrın ekonomik ve siyâsî bedelleri oldu, olmaya da devam edecektir. Lâkin
biz “biz” olmak istiyorsak, bu bedelleri ne pahasına olursa olsun ödememiz ve
göze almamız bizim için bir zarurettir.
ABD ve AB’nin bizim bilgimiz dışında İsveç ve
Finlandiya’nın üyeliğine karar verdikleri anlaşılıyor. Ne var ki, bu mesele bugünün
meselesi değildir. Öyle anlaşılıyor ki, Amerika ve Rusya son Biden-Putin
görüşmesinde bir anlaşmaya varmış; Ukrayna’nın Rusya’nın hegemonyasına
bırakılmasına mukabil, İsveç ve Finlandiya’nın da tarafsızlık statüsünden çıkarak
NATO’ya dâhil olmalarını, daha doğrusu, ABD’nin kanadı altına girmelerini
kararlaştırmışlar.
Dolayısıyla Rusya’nın Ukrayna’ya girmesi danışıklı bir
dövüşten fazlası değil. Ancak Atlantik İttifakı’nın beklemediği şey şu oldu: Rusya’nın
Ukrayna’da iki haftada gerçekleştirmesi gereken hedeflerini gerçekleştiremeyip tökezlediğini
görünce, onun bu zayıf durumundan hemen yararlandılar ve Ukrayna’yı
desteklemeye başladılar. Şu an Rusya’yı Ukrayna’da boğmak için ellerinden geleni
yapıyorlar. Ancak öbür yandan anlaşma süreci devam ediyor ve Finlandiya ile
İsveç’in NATO’ya üye olma süreci de işliyor.
Pekâlâ… Türkiye bu iki devlete neden itiraz ediyor?
PKK/PYD’ye destek veren ülkeler sıralaması yapsanız herhâlde İsveç ve Finlandiya
bu ülkeler listesinin en altlarında yer alırlar. Anlı şanlı müttefiklerimiz (!)
ABD, Almanya, Fransa, İngiltere, İtalya, Belçika ve Hollanda gibi her tarakta
bezi olan ülkeler dururken faturayı İsveç ve Finlandiya’ya kesmek işin en
hafifi olsa gerek.
Şimdi gelelim madalyonun öbür yüzüne: Acaba durum
böyle mi?
Böyle olduğunu hiç sanmıyorum. Türkiye’nin veto
hamlesi, sanıldığı gibi İsveç ve Finlandiya ile bir hesaplaşma hamlesi
değildir. Türkiye’nin veto hamlesi, temelde iki devleti muhatap alıyor; biri ABD,
diğeri de Almanya.
Türkiye diyor ki, “Suriye ve kısmen Irak’ta neler
yaptığınızı biliyorum. Özellikle Suriye’de bir kukla devlet oluşturmak için bir
NATO müttefikinizin güvenliğini tehlikeye atmak pahasına elinizden gelen her
şeyi yapıyorsunuz. Fakat ben ne yaptığınızı biliyor ve dikkatle takip ediyorum.
Elimde istihbarat raporlarım var. Bölgede 7/24 esasına göre teyakkuz hâlindeyim.
Sizin orada ne dümenler çevirdiğinizi, dost görünüşünüzün altında ne
düşmanlıklar ürettiğinizi benden iyi bilen ikinci bir ülke yok. Ayrıca bedeli
ne olursa olsun, sizin burada bir kukla devlet kurmanıza asla izin
vermeyeceğim! Şu an bölgeye yaptığım askerî baskı ve hassas noktalara yaptığım
atışlar ile günlük belli bir sayıda terörist imha edişim, benim size cevabımın
bir önsözü ve bir mukaddimesidir. Ben Suriye’deki bu oldubittilere göz yumacak
eski Türkiye değilim. Bunun bedelini ödemeye hazırım ama size de ağır bir bedel
ödetirim!”.
***
Evet, Türkiye’nin tavrı tam da budur! Lâkin Finlandiya
ve İsveç hamlesi öyle bir noktada yapıldı ki Batı’nın buna ses çıkaracak ne hâli,
ne de vakti var. Aslında bu tavrın onda birini 15 Temmuz’dan önce yapsaydık
Batı’nın yaygaraları yeri göğü tutardı. Bu yaygarayı yine koparamazlar mıydı?
Koparırlardı elbet. Ne var ki, Batı’nın bu konuda bugün için oluşan iki yumuşak
karnı var. Biz de zaten bu iki noktanın üzerinden hareket ederek hamle
yapıyoruz. Nedir bu noktalar?
Birincisi, Ukrayna-Rusya Savaşı’nın Avrupa’nın enerji
güvenliği ve siyâsî bütünlüğünü riske sokmasıdır. Avrupa şu an her iki riskle
de yüzleşmiş durumda ve iki konuda da diken üzerinde.
Avrupa’nın alternatif enerji kaynaklarının her türlü
geçiş güzergâhı ise mutlak surette Türkiye’ye çıkıyor. Türkiye’nin jeostratejik
konumu o kadar önemli ve hayatî ki Batı, böyle bir açmaz durumda Türkiye’yi
açıkça karşısına almak istemiyor. Batı’nın bu alternatif yolu da kaybetmesi çok
ağır bir enerji kriziyle baş başa kalmasına yol açar. Batı, menfaatleri
konusunda her türlü ödünü verecek bir karaktersizlik örneği sergilediği ve son
derece çıkarcı davrandığı için, Türkiye olarak bu açmazı çok iyi görüyor ve
buna göre adam atıyoruz.
İkinci noktaya gelince, Türkiye an itibariyle seçim
sath-ı mailine girmiştir. Batı ne pahasına olursa olsun Erdoğan’ın gitmesinden
yanadır ve çıkarları da bunu gerektiriyor. Lâkin 20 yıl boyunca ne zaman
Erdoğan’a karşılarına aldılarsa Erdoğan, milliyetçi-muhafazakâr hassasiyete
sahip olan yüzde 70’lik bir kitleye yaslanarak durumunu güçlendirdi ve
iktidarını pekiştirdi. Batılılar, şimdiye kadar çok denedikleri ama bir sonuç
alamadıkları bu seçeneği kuvvetlendirmek ve Erdoğan’ın eline yeni bir koz daha
vermek istemiyorlar.
Ne var ki, siyâsî satranç oynamakta iyi bir usta olan
Erdoğan, Batı’nın açmazda kalan diğer ayağını hangi noktaya atmak zorunda
olduğunu gayet iyi biliyor. Açmazdaki ayağın basacağı yer Suriye toprağıdır.
Evet, Batı gülse de, oynasa da bizim güneyimizde bir kukla devlet kurma hayâlini
aklından asla çıkarmış değildir. Çünkü enerji güzergâhları içinde en güvenli ve
bedelsiz yol, kurulması plânlanan bu kukla devletin içinden geçmektedir. Batı; İran,
Körfez ülkeleri ve Irak kuzeyindeki otonom yapının petrol ve doğal gazının bu
güzergâhtan Akdeniz’e ulaşması için 50 yıldır çalışmaktadır. Şayet Türkiye’deki
15 Temmuz ihanetini becerebilselerdi, bu sorun bugün itibarıyla gündemden
kalkmış olacaktı. Ne var ki, 15 Temmuz darbesini berhava ederek Irak ve Suriye’ye
çifte mızrak gibi giren Türkiye, Batı’nın 50 yıldır kurmaya çalıştığı kukla
devlet hayâlini delik deşik etmiştir.
Türkiye, Rusya’nın Ukrayna’da zayıflamasıyla Atlantik
İttifakı’nın yeniden Suriye’ye yükleneceğini bildiği için, şu an eline geçmiş
olan İsveç ve Finlandiya vetosunu çok bilinçli bir şekilde kullanmaktadır.
Çünkü Batı, Rusya’nın boşaltacağı alanlara el altından İran’la anlaşarak İran
Devrim Muhafızlarını ve Şii milis güçlerini yerleştirmekle meşguldür.
Hesapladıkları şey şudur: Bölgede Türkiye’ye karşı bir İran seddi kurmak ve o
seddin arkasında da habis plânlarını devreye sokmak.
***
İran, Batı ile kuruluşundan beri bir kayıkçı kavgası
içerisinde olmuştur. Bu muvazaalı yapı kimseyi şaşırtmasın! İran ile Batı daima
anlaşır ve beraber hareket eder. Hele mesele Türkiye ise, aralarından su
sızmaz. Ancak İran’ın Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olma ihtimâli
vardır. İçeride büyük bir kaos ve çöküntü İran’ı beklerken, İran’ın Suriye
sahasında bu denli kendisini göstermesi, aslında bir krizden beslenerek iç
kaosu bastırmak amacına dayanmaktadır.
Lâkin İran’ın buna ne gücü, ne de nefesi yeter. Çünkü
İran’ı bölgede Türkiye kadar İsrail de istememektedir. Bu noktada Türkiye ve
İsrail’in çıkarları birleşmektedir.
Bölgedeki gelişmeleri hem Türkiye, hem de İsrail beka
meselesi olarak gördüğü için, Batı’nın İran’la flörtü hüsranla sonuçlanmaya
mahkûmdur. Ayrıca Türkiye’nin Barış Pınarı Harekâtı’nı ABD ve Rusya ile
anlaşarak askıya alması, anlaşma şartlarının an itibarıyla ortadan kalkmasıyla
yeniden askıdan inebilir. Bizim Suriye sahasında Münbiç ve Kamışlı yırtıklarını
bir an önce dikmemiz gerekiyor.
Evet, Türkiye Münbiç, Ayne’l-Arab ve Kamışlı bölgelerinde
yarım bıraktığı harekâtını tamamlayarak sınırlarından güneye doğru 30-40
kilometre derinlikteki güvenli bölge hedefine behemehâl ulaşmalıdır.
Nitekim Başkan Erdoğan’ın “Bir milyon Suriyeliyi kendi
topraklarına güvenliği sağladıktan sonra göndereceğiz” demesi, Türkiye’nin bu
hesabı yaptığını, tamamladığını ve harekâta geçmek için en uygun anı
beklediğini göstermektedir.
İsveç ve Finlandiya meselesinde ABD ve Almanya ile
Suriye konusunda masaya oturmak isteyen Türkiye, “Kızım sana söylüyorum,
gelinim sen anla” yöntemiyle hareket etmektedir. ABD ise bu konuda Türkiye ile
görüşmekten ve muhatap olmaktan dikkat ve itina ile kaçmakta ve kaçınmaktadır.
Ancak Türkiye’nin bu konuyu kendi kontrolünde bir kaos hâlinde sıcak tutarak
hedefe yürüyeceği de aşikâr görülüyor.
Mesele, Finlandiya-İsveç meselesi değil, mesele Kuzey
Suriye ve beka meselesidir. Beka söz konusu olunca, gözümüz ne Finlandiya görür,
ne İsveç. Ne ABD umurumuzda olur, ne de AB.
Evet, Türkiye 2023’ün kritik eşiğinde bu büyük kavgayı
verecek. Bu kavgadan hem Türkiye, hem de Erdoğan kazançlı çıkacaktır. Risk var,
doğru, ama fırsatlar riskleri göze alacak kadar büyük ve değerli.
Yürü Türkiye! Sen, terkiye sığmaz bir ülkesin. Dünyaya
nizam veren bir millet, zillete daha ne kadar katlanabilir?
Ey riyakâr Batı! O kukla devleti sana asla
kurdurmayacağız! Vesselâm…