Sözümüz İsveç ve Finlandiya’ya, ABD ve Avrupa Birliği sen anla!

Türkiye, Rusya’nın Ukrayna’da zayıflamasıyla Atlantik İttifakı’nın yeniden Suriye’ye yükleneceğini bildiği için, şu an eline geçmiş olan İsveç ve Finlandiya vetosunu çok bilinçli bir şekilde kullanmaktadır. Çünkü Batı, Rusya’nın boşaltacağı alanlara el altından İran’la anlaşarak İran Devrim Muhafızlarını ve Şii milis güçlerini yerleştirmekle meşguldür. Hesapladıkları şey şudur: Bölgede Türkiye’ye karşı bir İran seddi kurmak ve o seddin arkasında da habis plânlarını devreye sokmak.

TÜRKİYE’nin NATO ve onun patronları olan ABD ve Avrupa ile - olayların gidişine bakılırsa- bir gün bir yerde bir münasebetle karşı karşıya gelmesi kaçınılmazdı. Nitekim o gün bugündür ve bu karşı karşıya gelmenin ön göstergeleri gerçekleşmeye başlamıştır.

Ne demek istediğimizi açalım…

NATO, el altından desteklediği 15 Temmuz darbesinden sonra kontrolünden çıktığını düşündüğü Türkiye’yi çeşitli NATO tatbikatlarında bir ötekileştirme peşinde olduğunu her fırsatta gösterdi. Özellikle bazı tatbikatlarda yaptıkları Ali Cengiz oyunlarıyla Türkiye’yi hedefe koyduklarını, yoruma ihtiyaç bırakmayacak derecede bir pişkinlik ile gösterdiler. Onların plânı, Türkiye’nin bir vekil devlet hâlinde kalmasıydı. Efendiler savaş açacak, biz de Kore’de olduğu gibi, koşa koşa cepheye gideceğiz, bizi merminin ağzına sürecekler ve “Bravo, ne yiğit bir ordusunuz!” diye alkışlayacaklar. Onların keyfi için benim Mehmetçiğim ölecek, ben de “güvenilir müttefik” algısıyla kendimi kandıracağım. Onların gönüllerinden geçen Türkiye hayâli buydu.

Ancak 15 Temmuz’dan sonra ipler koptu ve Türkiye kendi eksenini oluşturmak üzere tarihine, coğrafyasına ve medeniyetine geri döndü. Elbette bu tavrın ekonomik ve siyâsî bedelleri oldu, olmaya da devam edecektir. Lâkin biz “biz” olmak istiyorsak, bu bedelleri ne pahasına olursa olsun ödememiz ve göze almamız bizim için bir zarurettir.

ABD ve AB’nin bizim bilgimiz dışında İsveç ve Finlandiya’nın üyeliğine karar verdikleri anlaşılıyor. Ne var ki, bu mesele bugünün meselesi değildir. Öyle anlaşılıyor ki, Amerika ve Rusya son Biden-Putin görüşmesinde bir anlaşmaya varmış; Ukrayna’nın Rusya’nın hegemonyasına bırakılmasına mukabil, İsveç ve Finlandiya’nın da tarafsızlık statüsünden çıkarak NATO’ya dâhil olmalarını, daha doğrusu, ABD’nin kanadı altına girmelerini kararlaştırmışlar.

Dolayısıyla Rusya’nın Ukrayna’ya girmesi danışıklı bir dövüşten fazlası değil. Ancak Atlantik İttifakı’nın beklemediği şey şu oldu: Rusya’nın Ukrayna’da iki haftada gerçekleştirmesi gereken hedeflerini gerçekleştiremeyip tökezlediğini görünce, onun bu zayıf durumundan hemen yararlandılar ve Ukrayna’yı desteklemeye başladılar. Şu an Rusya’yı Ukrayna’da boğmak için ellerinden geleni yapıyorlar. Ancak öbür yandan anlaşma süreci devam ediyor ve Finlandiya ile İsveç’in NATO’ya üye olma süreci de işliyor.

Pekâlâ… Türkiye bu iki devlete neden itiraz ediyor? PKK/PYD’ye destek veren ülkeler sıralaması yapsanız herhâlde İsveç ve Finlandiya bu ülkeler listesinin en altlarında yer alırlar. Anlı şanlı müttefiklerimiz (!) ABD, Almanya, Fransa, İngiltere, İtalya, Belçika ve Hollanda gibi her tarakta bezi olan ülkeler dururken faturayı İsveç ve Finlandiya’ya kesmek işin en hafifi olsa gerek.

Şimdi gelelim madalyonun öbür yüzüne: Acaba durum böyle mi?

Böyle olduğunu hiç sanmıyorum. Türkiye’nin veto hamlesi, sanıldığı gibi İsveç ve Finlandiya ile bir hesaplaşma hamlesi değildir. Türkiye’nin veto hamlesi, temelde iki devleti muhatap alıyor; biri ABD, diğeri de Almanya.

Türkiye diyor ki, “Suriye ve kısmen Irak’ta neler yaptığınızı biliyorum. Özellikle Suriye’de bir kukla devlet oluşturmak için bir NATO müttefikinizin güvenliğini tehlikeye atmak pahasına elinizden gelen her şeyi yapıyorsunuz. Fakat ben ne yaptığınızı biliyor ve dikkatle takip ediyorum. Elimde istihbarat raporlarım var. Bölgede 7/24 esasına göre teyakkuz hâlindeyim. Sizin orada ne dümenler çevirdiğinizi, dost görünüşünüzün altında ne düşmanlıklar ürettiğinizi benden iyi bilen ikinci bir ülke yok. Ayrıca bedeli ne olursa olsun, sizin burada bir kukla devlet kurmanıza asla izin vermeyeceğim! Şu an bölgeye yaptığım askerî baskı ve hassas noktalara yaptığım atışlar ile günlük belli bir sayıda terörist imha edişim, benim size cevabımın bir önsözü ve bir mukaddimesidir. Ben Suriye’deki bu oldubittilere göz yumacak eski Türkiye değilim. Bunun bedelini ödemeye hazırım ama size de ağır bir bedel ödetirim!”.

***

Evet, Türkiye’nin tavrı tam da budur! Lâkin Finlandiya ve İsveç hamlesi öyle bir noktada yapıldı ki Batı’nın buna ses çıkaracak ne hâli, ne de vakti var. Aslında bu tavrın onda birini 15 Temmuz’dan önce yapsaydık Batı’nın yaygaraları yeri göğü tutardı. Bu yaygarayı yine koparamazlar mıydı? Koparırlardı elbet. Ne var ki, Batı’nın bu konuda bugün için oluşan iki yumuşak karnı var. Biz de zaten bu iki noktanın üzerinden hareket ederek hamle yapıyoruz. Nedir bu noktalar?

Birincisi, Ukrayna-Rusya Savaşı’nın Avrupa’nın enerji güvenliği ve siyâsî bütünlüğünü riske sokmasıdır. Avrupa şu an her iki riskle de yüzleşmiş durumda ve iki konuda da diken üzerinde.

Avrupa’nın alternatif enerji kaynaklarının her türlü geçiş güzergâhı ise mutlak surette Türkiye’ye çıkıyor. Türkiye’nin jeostratejik konumu o kadar önemli ve hayatî ki Batı, böyle bir açmaz durumda Türkiye’yi açıkça karşısına almak istemiyor. Batı’nın bu alternatif yolu da kaybetmesi çok ağır bir enerji kriziyle baş başa kalmasına yol açar. Batı, menfaatleri konusunda her türlü ödünü verecek bir karaktersizlik örneği sergilediği ve son derece çıkarcı davrandığı için, Türkiye olarak bu açmazı çok iyi görüyor ve buna göre adam atıyoruz.

İkinci noktaya gelince, Türkiye an itibariyle seçim sath-ı mailine girmiştir. Batı ne pahasına olursa olsun Erdoğan’ın gitmesinden yanadır ve çıkarları da bunu gerektiriyor. Lâkin 20 yıl boyunca ne zaman Erdoğan’a karşılarına aldılarsa Erdoğan, milliyetçi-muhafazakâr hassasiyete sahip olan yüzde 70’lik bir kitleye yaslanarak durumunu güçlendirdi ve iktidarını pekiştirdi. Batılılar, şimdiye kadar çok denedikleri ama bir sonuç alamadıkları bu seçeneği kuvvetlendirmek ve Erdoğan’ın eline yeni bir koz daha vermek istemiyorlar. 

Ne var ki, siyâsî satranç oynamakta iyi bir usta olan Erdoğan, Batı’nın açmazda kalan diğer ayağını hangi noktaya atmak zorunda olduğunu gayet iyi biliyor. Açmazdaki ayağın basacağı yer Suriye toprağıdır. Evet, Batı gülse de, oynasa da bizim güneyimizde bir kukla devlet kurma hayâlini aklından asla çıkarmış değildir. Çünkü enerji güzergâhları içinde en güvenli ve bedelsiz yol, kurulması plânlanan bu kukla devletin içinden geçmektedir. Batı; İran, Körfez ülkeleri ve Irak kuzeyindeki otonom yapının petrol ve doğal gazının bu güzergâhtan Akdeniz’e ulaşması için 50 yıldır çalışmaktadır. Şayet Türkiye’deki 15 Temmuz ihanetini becerebilselerdi, bu sorun bugün itibarıyla gündemden kalkmış olacaktı. Ne var ki, 15 Temmuz darbesini berhava ederek Irak ve Suriye’ye çifte mızrak gibi giren Türkiye, Batı’nın 50 yıldır kurmaya çalıştığı kukla devlet hayâlini delik deşik etmiştir.

Türkiye, Rusya’nın Ukrayna’da zayıflamasıyla Atlantik İttifakı’nın yeniden Suriye’ye yükleneceğini bildiği için, şu an eline geçmiş olan İsveç ve Finlandiya vetosunu çok bilinçli bir şekilde kullanmaktadır. Çünkü Batı, Rusya’nın boşaltacağı alanlara el altından İran’la anlaşarak İran Devrim Muhafızlarını ve Şii milis güçlerini yerleştirmekle meşguldür. Hesapladıkları şey şudur: Bölgede Türkiye’ye karşı bir İran seddi kurmak ve o seddin arkasında da habis plânlarını devreye sokmak. 

***

İran, Batı ile kuruluşundan beri bir kayıkçı kavgası içerisinde olmuştur. Bu muvazaalı yapı kimseyi şaşırtmasın! İran ile Batı daima anlaşır ve beraber hareket eder. Hele mesele Türkiye ise, aralarından su sızmaz. Ancak İran’ın Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olma ihtimâli vardır. İçeride büyük bir kaos ve çöküntü İran’ı beklerken, İran’ın Suriye sahasında bu denli kendisini göstermesi, aslında bir krizden beslenerek iç kaosu bastırmak amacına dayanmaktadır.

Lâkin İran’ın buna ne gücü, ne de nefesi yeter. Çünkü İran’ı bölgede Türkiye kadar İsrail de istememektedir. Bu noktada Türkiye ve İsrail’in çıkarları birleşmektedir.

Bölgedeki gelişmeleri hem Türkiye, hem de İsrail beka meselesi olarak gördüğü için, Batı’nın İran’la flörtü hüsranla sonuçlanmaya mahkûmdur. Ayrıca Türkiye’nin Barış Pınarı Harekâtı’nı ABD ve Rusya ile anlaşarak askıya alması, anlaşma şartlarının an itibarıyla ortadan kalkmasıyla yeniden askıdan inebilir. Bizim Suriye sahasında Münbiç ve Kamışlı yırtıklarını bir an önce dikmemiz gerekiyor. 

Evet, Türkiye Münbiç, Ayne’l-Arab ve Kamışlı bölgelerinde yarım bıraktığı harekâtını tamamlayarak sınırlarından güneye doğru 30-40 kilometre derinlikteki güvenli bölge hedefine behemehâl ulaşmalıdır.

Nitekim Başkan Erdoğan’ın “Bir milyon Suriyeliyi kendi topraklarına güvenliği sağladıktan sonra göndereceğiz” demesi, Türkiye’nin bu hesabı yaptığını, tamamladığını ve harekâta geçmek için en uygun anı beklediğini göstermektedir.

İsveç ve Finlandiya meselesinde ABD ve Almanya ile Suriye konusunda masaya oturmak isteyen Türkiye, “Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla” yöntemiyle hareket etmektedir. ABD ise bu konuda Türkiye ile görüşmekten ve muhatap olmaktan dikkat ve itina ile kaçmakta ve kaçınmaktadır. Ancak Türkiye’nin bu konuyu kendi kontrolünde bir kaos hâlinde sıcak tutarak hedefe yürüyeceği de aşikâr görülüyor.

Mesele, Finlandiya-İsveç meselesi değil, mesele Kuzey Suriye ve beka meselesidir. Beka söz konusu olunca, gözümüz ne Finlandiya görür, ne İsveç. Ne ABD umurumuzda olur, ne de AB. 

Evet, Türkiye 2023’ün kritik eşiğinde bu büyük kavgayı verecek. Bu kavgadan hem Türkiye, hem de Erdoğan kazançlı çıkacaktır. Risk var, doğru, ama fırsatlar riskleri göze alacak kadar büyük ve değerli.

Yürü Türkiye! Sen, terkiye sığmaz bir ülkesin. Dünyaya nizam veren bir millet, zillete daha ne kadar katlanabilir?

Ey riyakâr Batı! O kukla devleti sana asla kurdurmayacağız! Vesselâm…