“Sözü, sırlar sarayının kapısının sesi bil”

İnsanlar Allah’ın ipini yanlış kişilerde, yanlış ellerde, yanlış yerlerde aradılar. Yerinde ve zamanında belirli kavramları kullanmayıp yanlış dillerde, yanlış anlam karmaşaları içinde kullandılar. Birçok sözün, kelimenin ve kavramın içini boşaltmaları yetmiyormuş gibi, düzgün ve yerinde kullananlara da farklı gözle baktılar. Sözün hakikatini, anlamını bilen ve uygulayan insanlara o kadar çok ihtiyacımız var ki... Neredeyse mumla arar olduk doğru insanı, doğru sözü.

HAYATIN içinde samîmi sözler, samîmi duruşlar, samîmi hâller vardır. Konuştuğunuz, ifade ettiğiniz kelimeler, sarf ettiğimiz sözler dilimizden döküldüğünde, karşı tarafa ne kadarını geçirdiğimizi, ne ifade temek istediğimizi, inandırıcı olup olmadığımızı tartmak için yaptığımız mimikler, gösterdiğimiz hâl ve tavırlar önem arz etmektedir.

Sözün hâkiminin kim, sözün hakikatinin nerede ve hangi gönüllerde saklı olduğunu aramaya başlamakta çok mu geç kaldık? Her sözün, her kelimenin, her harfin hakikati kendi sırrında saklı olduğu gibi, insanların da karakterleri kendi sırlarıyla saklıdır. Keşfedebilene ne mutlu!

Hazreti Mevlâna, Mesnevî’sinin birinci cildinde “Harfler ve İnsanlar” başlıklı beyitleriyle şunları ifade eder: “Önce şunu bil ki, ‘elif’den ‘yâ’ya kadar harflerin başka başka şekillerde oluşu gibi, bütün insanların da canları, huyları çeşit çeşittir./ Bu çeşitli şekillerdeki harfler, düşünceyi ve sözü dile getirmek için birleşirler. Çünkü harfler bir bakıma, baştan ayağa dek birdir. Bir bakıma da birbirlerine aykırı, çeşitli yönlere çekilebilirler./ Harfler, bir bakıma birbirlerine zıt düşmezler. Bir bakıma da hepsi harf oldukları, ‘harf’ adı ile anıldıkları için birleşme ve anlaşma hâlindedirler. Bir bakıma faydasızdırlar, ciddî değillerdir. Bir bakıma da faydalı ve ciddîdirler.”

Beyitlerin açıklamasını yapan Şefik Can, şu açıklamalarda bulunuyor: “Bu üç beyitte Hazreti Mevlâna, insanları harflere benzetiyor. Harfler şekil, ses bakımından birbirine benzemezler. Fakat harf adı altında düşünce ve sözü meydana getirmek için birleşirler. İnsanlar da böyledir. Onlar da renk, yaşayış, huy, bilgi, anlayış, ahlâk bakımından birbirlerine benzemezler. Fakat insan namı altında, aynı kalıpta birleşirler. Aynı İlâhî emâneti taşırlar. İnsanlarda zıt duygular, birbirine zıt düşmeler vardır. Yaşayışları, birbirine karşı davranışları, savaşları, barışları bir bakıma mânâsızdır. Onların sözlerine de güvenilemez, ciddî değillerdir. Bir bakıma insanlar faydalı işler yaparlar, çalışkandırlar, ciddîdirler. Gerçekten de harfler ağızdan çıktıklarında, çıkardıkları sesler, şekil, biçim bakımından birbirlerinden çok farklı görünürlerse de, bu çeşitli şekillerdeki harflerin aslı bir noktada toplanır. Hangi harfi alırsanız alınız, o harf, noktaların bir araya gelmesinden meydana gelmiştir. Bu yüzdendir ki Hazreti Mevlâna, ‘Harfler, bir bakıma baştan ayağa dek birdir’ diye buyurmaktadır. Çeşitli harfler, bir noktada toplandıkları gibi çeşitli huyda, çeşitli yaratılışta, çeşitli renklerde olan insanlar da bir noktada, ‘nokta-i vahdet’te, birlik noktasında birleşirler. Çünkü hepsi de aynı kalıpta, aynı İlâhî emaneti taşımaktadırlar.” (1)

Yine Mesnevî’nin altıncı cildinde, “Sözü, Sırlar Sarayının Kapısının Sesi Bil!” başlıklı bölümde şu ifadelere yer verilir: “Sözü sırlar sarayının kapısının sesi bil! Bu ses, kapının açılmasından mı geliyor, kapanmasından mı geliyor, buna dikkat et!/ Kapının sesi duyulur fakat kapı görünmez. Kapı, duygudan dışarıdadır. Bu sesten anlarsınız, haberdar olursunuz da kapıyı göremezsiniz./ Hikmet çengi hoş bir ses çıkardığı zaman dikkat et bakalım, Cennet’in hangi kapısı açıldı?/ Kötü bir ses mi geldi, bed bir söz mü işittin? Dikkat et bakalım, Cehennem’in hangi kapısı açıldı?/ Mademki kapısından uzaktasın, kapının sesini dinle! Gözleri kapıyı gören kişi, ne mutlu kişidir!/ Görüyorsun ki sen, iyi bir insan oldukça, iyilik ettikçe rûhânî bir zevk içindesin, rahatsın, mutlu yaşamaktasın./ Fakat bir kusur işledin, bir kötülükte bulundun, birine bir fenalık ettin mi, duyduğun o rûhânî zevk, o rahat yaşayış, o mutluluk gizleniverir./ Kendi görüşünü bırakıp kötü kişilerin görünüşlerine uyma; çünkü bu akbabalar, seni leşe çeker, götürürler!/ Nergis gibi gözlerini kapatıyor, ‘Ey efendi! Şu sopamı tut, beni yola götür, ben körüm!’ diyorsun./ Seni doğru yola yürütmesi için seçtiğin kişiye dikkat edersen, görürsün ki o, senden daha fazla kördür!/ Sen kör bir insan gibi elini uzat, Allah ipine yapış! Cenâb-ı Hakk’ın ‘Yap’ diye emrettiği, ‘Yapma’ diye nehyettiği emirlerinden başka bir şeyin etrafında dolaşma!**/ Allah ipi nedir? Nefsin isteklerinden kurtulmak, hevâ ve hevesi terk etmek... Bu nefse uyuş, bu hevâ ve heves, Âd kavmine bir kasırga kesilmiştir.” (2)

Yanlışlarla dolu hayat

İnsanlar Allah’ın ipini yanlış kişilerde, yanlış ellerde, yanlış yerlerde aradılar. Yerinde ve zamanında belirli kavramları kullanmayıp yanlış dillerde, yanlış anlam karmaşaları içinde kullandılar. Birçok sözün, kelimenin ve kavramın içini boşaltmaları yetmiyormuş gibi, düzgün ve yerinde kullananlara da farklı gözle baktılar. Sözün hakikatini, anlamını bilen ve uygulayan insanlara o kadar çok ihtiyacımız var ki... Neredeyse mumla arar olduk doğru insanı, doğru sözü.

Kalbimizle dilimizi aynı ayarda tutamadık. Ya gelişine salıverdik kelimeleri ya da fikirden zikre aktarırken tutarlı olamadık. “Fikrin neyse zikrin de o olmalı” şiarını edinemedik. Bu da kelimeler, kavramlar, dinî ve ahlâkî değerler üzerinde çelişkilere düşmemize sebebiyet verdi.

Şems-i Tebrizî’ye atfedilen “Birine öyle bir söz söyle ki ya yaşat ya da öldür! Ama asla yaralı bırakma!” sözündeki gibi kalplerimizi ve ruhlarımızı yaralı bıraktılar. Dilimizi ve kavramlarımızı yaraladılar. En acısı da, din ve ahlâktan uzak olan kişilerden değil de din kisvesi altına gizlenmiş kişiler tarafından insanlar üzerinde hâkimiyet kurmaya çalıştılar. Gerçek âlimlerin, gerçek söz ustalarının, gerçek din adamlarının sözlerini hiçe sayarcasına, tüm kavramları elbirliği ile yok etme savaşına girdiler.

Nerede samîmi duruş ve samîmi gülüşümüz? “Sahte” değil, samîmi... Hayatın bir evresinde derin kayboluşlar, derin yaralar oluşmuştur. Bunları nasıl atlatıp kime sığınacağımızı bilmemiz bizi doğru yola götürecektir. Hastalıklar, kayıplar, yıkımlar, acılar olduğu gibi, umudun tazelendiği, ağaçlarda dalların yeşerdiği, baharda güllerin tomurcuk verdiği, inanılan değerlerin aşk ile filizlendiği zamanları da görebilir, yaşayabilir, idrak edebilir insan. Ehil olmayan ellerde yoğruluyorsa bu hamur, o hamurun içine ne kattığı bilinmiyorsa, hangi yola saparsak sapalım, hangi işe el atarsak atalım, hangi sözü kullanırsak kullanalım, yanlış kapılar açılacaktır yüzümüze.

Labirent gibi yollarda kayboluşumuzu izleyip duracağız. Bizi Yaratanı, kime kul olduğumuzu bilmezsek başımıza daha neler gelecek, varın siz düşünün! İdrak ve akıl kullanılmadığında ne sözün hükmü kalır, ne de varoluşun anlamı.

Seni Var Edenin varlığını hissedemiyorsan, “Seni, Var Edenin yoluna götürüyorum” diyen ehliyetsiz, liyakatsiz, kendine bile hayrı olmayan, din kisvesi altında gizlenen şeytansı kimselere sığınıyorsan, onlardan medet umuyorsan, elbette öylelerine kanman da kaçınılmaz olur. O vakit “İnşallah”, “Maşallah”, “Bismillah” kelimelerini kullanarak da bir yere varılamayacağını idrak etmek veya etmemenin seni nereye sürükleyeceğini düşünmelisin.

Bir ateistin bile dilinde “Allah”, “İnşallah” kelimelerini duymuşsunuzdur. Ateist, inanmadığını söylüyor. Fakat o sözleri yinede kullanıyor. Çünkü inanmasa da, Yaratıcı onun diline o kelimeleri yerleştiriyor; o da anlamını idrak etmeden o sözleri sarf edebiliyor. Belki bir çelişki veya alışkanlık diyebiliriz.

Neyi nerede ve nasıl kullanacağımızı Allah bizlere âyetlerle belirtmiştir. Kutsallığını bildiğimiz kelimeler üzerine yemin etmek de bizleri bağlayıcı konuma getirir. Bunları nerede, nasıl kullanacağımızı bilmezsek, inandırıcılığımız da kalmayacaktır insanlar üzerinde. Belki insanları kandırabiliriz, peki, ya Allah’ı? İşte o sahte şeyhler, sahte âlimler ve din sömürücülerinin anlamadığı asıl nokta da bu! Deve kuşu misâli başlarını kuma gömmüşler, kandıracakları insanların da başlarını kuma gömmelerini sağlamışlar. Ahkâm kesip durmuşlar. Nasıl olsa onlara inanan çok. Kendilerini de ilâh zannediyorlar. Onlara tapacak kul müsvetteleri de hazır.

Harabî şöyle der: “Ey zâhid, şaraba eyle ihtiram/ İnsan ol cihanda, bu dünya fani/ Ehline helâldir, nâehle haram/ Biz içeriz, bize yoktur vebâli/ Sevap almak için içeriz şarap/ İçmezsek oluruz duçar-ı azâb/ Senin aklın ermez, bu başka hesap/ Meyhanede bulduk biz bu kemâli/ Kandil geceleri kandil oluruz/ Kandilin içinde fitil oluruz/ Hakk’ı göstermeye delil oluruz/ Fakat kör olanlar görmez bu hâli/ Sen münkirsin, sana haramdır ba’de/ Bekle ki içesin öbür dünyada/ Bahs açma Harabî bundan ziyade/ Çünkü bilmez haram ile helâli.”

Darlık ve bollukta, sıkıntı ve keyifte, zorluk ve kolaylıkta ne yaşarsak yaşayalım, her duruma bir duâ, her duânın ardına bir şükür yetişsin. Her kimin ne sıkıntısı varsa, Rabbim gönüllerimize inşirah ferahlığı versin!

Fırtınalara karşı set olan duruşlarımız olsun. Ne eğilelim, ne de bükülelim. Öyle bir kuvvet tutsun ki bizi, ne sarsılalım, ne de devrilelim. O kuvvetin karşısında bir tek kalbimiz eğilip bükülsün. O’nun ihtişamında yüreğimiz sarsılarak eğilip diz çöksün. Kula değil, Hakk’a secde etsin...

 

*Hazreti Mevlâna

1-Mevlâna, Konularına Göre Açıklamalı Mesnevi Tercümesi cilt.1-2, sayfa.185, beyit. 2914-2916 Tercüme eden ve açıklayan Şefik Can, Ötüken Neşriyat A.Ş. 7. Baskı 2004

2-Mevlâna, Konularına Göre Açıklamalı Mesnevi Tercümesi cilt.5-6, sayfa 588, beyit.3482-3450-3490, Tercüme eden ve açıklayan Şefik Can, Ötüken Neşriyat A.Ş. 7. Baskı 2004

**Burada şu meâldeki âyet-i kerimeye işaret var: “Hepiniz, birlikte Allah’ın ipine sımsıkı sarılın!” (Âl-i İmrân, 103)