Sözlü gelenekte bilgi ve bilim

Yazılı geleneğe bu kadar anlam yükleyip tabulaştırmaktansa, ister yazılı, ister sözlü olsun, aslolanın doğruluk, dürüstlük, hakperestlik ve güven olduğu gerçeğini görmemiz lâzım. Tabulaştırılacak bir şey varsa, bunları tabulaştırmak gerekir. Amaç bilgi aktarmak ise, sadece yazılı yöntemlere esir olmak yerine sözlü geleneği de dikkate almak ve başka alternatifleri üretmek yanlış olabilir mi?

“SÖZLÜ Gelenekte Bilgi ve Bilim”… Bu başlığı atarak, esasen okuma-yazma tabusuna çatmış oluyoruz. Üstelik bir çağın başlama sebebi kabul edilen bir tabunun, yazının bulunmasının değerini bir yerde azaltmaya teşebbüs etmiş oluyoruz.

Bunu “saçmalık”, “cüretkârlık”, “hâddini aşmak” gibi ifadelerle değerlendirenlere kızacak değilim. Onlara sözüm şu: Müsaadenizle, burada düşünce hürriyeti hakkımı kullanayım; hattâ komik bir durum var ki, onu da makalemin sonunda söyleyeyim…

Biz yazıyı niçin kullanıyoruz? Tabiî ki bilgiyi aktarmak ve/veya bilgiyi unutmamak için… Bu bilgi aktarımları yazılı olmasına rağmen maalesef her zaman doğru olarak gerçekleşmiyor. Üstüne üstlük, yalanı gerçek gibi sunmak için kullanılabiliyor. Özellikle internet ortamı, yazılı yalan üretim ortamı oldu. Ya kitaplar, bilim insanları? “Onlarda olmaz” diye kaç kişi cümle kurabilir ki? İntihâllerin, çıkar amaçlı makalelerin hâddi hesabı yok!

İşin beter tarafı da şu: Kitaptaki hangi bilgi doğru, hangisi yanlış, nasıl anlayacağız?

Bir başkası, kitabında yanlış bilgileri ispatlasa bile siz o bilgiye ulaşıncaya kadar yanlışı doğru kabul edecek ve hayat kurgunuzu ona göre yapacak, hayatınızı yaşayacak ve yalanlar üzerine bir hayat süreceksiniz. Yani kutsal derecesinde tabu kabul edilen o yazı ile yazılmış kâğıtlar, sizi yanlışa sürükleyecek. Genellemeyeyim ama yazı, artık asıl fonksiyonu olan bilgi aktarma yerine, yalan aktarma aracı olarak işlev görüyor dünyada.

Bu fikir çilemden dolayı “sözlü gelenek” konusunu merak etmeye başladım. Önceki Diyanet İşleri Başkanlarımızdan kıymetli Tayyar Altıkulaç Hocamla sohbet ederken, kendisi kısaca bu konuya temas etmişti. Bu arada şunu hemen belirteyim: Bu yazının genel mantığı Tayyar Hocamla ilişkilendirilmesin lütfen, kendileri bu yazının genel fikriyle belki de hemfikir değildir. Yazının kurgusu görüşme esnasında belli olmadığı için kendilerine de soramadım tabiatıyla. Kur’ân ve hadîslerdeki sözlü gelenek hakkında sohbet etmiştik. Meselâ şu an bilinen mushafların hiçbiri, Hazreti Ebubekir (ra) veya Hazreti Osman’ın (ra) döneminde yazılan bir mushaf değil. En eskisi, Hicrî 100-150 yıllarında yazılmış mushaflar…

Aklıma gelen şu soruyu sizden gizleyecek değilim: “Peki, sahabeler döneminde yazılan mushaflar elimizde yok ise, şu anki mushafların o zamanki orijinal mushaflarla aynı olduğunu nereden biliyoruz?”

İşte tam burada sözlü gelenek devreye giriyor!

Kıraat yani Kur’ân okuma ilmine göre hâfız olup Kur’ân okuyanlar, mevcut yedi usûlden biriyle okuyorlar. Kimin kimden o usûlü öğrendiği belli. Bu zinciri takip ederseniz, yüzyıllarca geriye gidebiliyorsunuz. Dolayısıyla o usûle göre okuyanlar Afrika’da da, Asya’da da, Anadolu’da da, Yemen’de de olsa aynı. Bunlar birbirlerini tanımazlar bile. Bunların hepsi aynı ise, o zaman sonuç şu: “Bu kadar birbirini tanımayan insanın bir yanlışta anlaşması mümkün değildir ve rahatlıkla Kur’ân’ın bir harfinin bile değişmediğini söyleyebiliriz!”

Hadîs ilmi de öyle… Doğrusu bunlar benim bildiğim alanlar değil. Sohbetten aklımda kalanları yazmış oluyorum. Bu ilimlerle uğraşmasak bile bu konudan haberdar olmakta fayda olduğunu düşünüyorum. Bir hadîsin doğru bir şekilde aktarılıp aktarılmadığına, aktaran kişinin hâfıza yeterliliğinden tutun da ahlâkî durumuna kadar farklı kriterlerle bakılıyor. Hadîs, teknikleri yönüyle zaten inceleniyor. En ince detayına kadar sıkı sıkı takip edilen bu sözlü gelenekle ulaşmış bilgiye bütün kalbimle inanıyorum.

Aklıma gelen şu konudan da size bahsetmeden geçemeyeceğim: Geçmişte Bergama Kütüphanesi’nden tutun da Bağdat ve Endülüs Kütüphanelerine kadar pek çok kitap dolu kütüphane yakılmış, yıkılmış, yok edilmiş. Hattâ, “O kitaplardan faydalanmaya devam edilebilseydi insanlık gelişiminin yönü, muhtevası, hızı çok farklı olurdu” denir. Aslında bir başka açıdan bakarsanız bu cümle, “Yazı işe yaramadı” demek değil midir?

Şu anda mushafları ve hadîs kitaplarını yok etseniz bile o bilgileri yok edemezsiniz. Dünyadaki bütün hâfızları da yok etmeniz gerekir. Tabiî kimin hâfız olduğunu bilmek için de herkesin kalbini ve aklını açıp tek tek bakmanız gerekir herhâlde…

Yazının çözemediği, hattâ özelliği sebebiyle engel bile olabildiği bir durum da, okuyan kişinin yazılanları yanlış anlaması meselesi. Nokta, virgül ve tırnak işareti gibi birçok noktalama işareti geliştirildi. Fakat yetmedi, şimdi de emojiler her geçen gün yenileniyor.

Mevlâna’ya atfedilen bir sözdür “Söyledikleriniz, karşınızdakinin anlayabildiği kadardır”. “Herkes okyanustan tası kadar alır” şeklinde de ifade edilir aynı mânâ paralelinde. İnsanlar tabiî ki sizin okyanusunuzdan kendi tasları kadar alacaklardır, ama gelin görün ki, buna “vurgusuzluk” eklenince, kastettiğiniz anlamla öğrenilen anlam birbirinden iyice uzaklaşabilir. Kuzey Kıbrıs’taki dostlarımızın soru cümlelerinde “mı” ekini pek kullanmadıklarını ve fikirlerini öylece yazıya geçirdiklerini düşündüm de, gözümün önüne hoş manzaralar geldi.

Bir Kıbrıslı, İstanbul’da kapısının önüne araba park edenlere kızmış ve “Burası park mı?” anlamına gelen ifadeyi soru eki kullanmadan kâğıda yazıp asmış: “Burası parktır”… O günden sonra park edenlerin sayısında bir patlama yaşanmış.

Velhâsılıkelâm, yazılı geleneğe bu kadar anlam yükleyip tabulaştırmaktansa, ister yazılı, ister sözlü olsun, aslolanın doğruluk, dürüstlük, hakperestlik ve güven olduğu gerçeğini görmemiz lâzım. Tabulaştırılacak bir şey varsa, bunları tabulaştırmak gerekir. Amaç bilgi aktarmak ise, sadece yazılı yöntemlere esir olmak yerine sözlü geleneği de dikkate almak ve başka alternatifleri üretmek yanlış olabilir mi?

Son olarak, makalenin ilk paragrafında bahsettiğim komik durumu arz edeyim: Yazı tabusuna çatmış olduğumuz bu metni, size yine yazıyla ulaştırmış olduk! İnşallah bir ara düşüncelerimizi yazı dışında başka bir yöntemle de ulaştırırız…