İNSANI insan yapan yegâne
özellik, konuşabilmek ve dil varlığıyla iletişim kurabilmektir. Sevgi bağımızı
dil ile kurduk; geliştik, ürettik, kültürümüzü dil aracılığıyla gelecek
nesillere ilettik.
Dilbilimcilerin
üzerinde çok düşünüp teoriler ürettiği yaşamımızın en değerli varlığı olan dil,
günümüzde de gizemini koruyor. Dil ve konuşma becerisi olmadan ince bir
duyguyu, düşünceyi, sanat eserini, gönüllere dokunan şiirleri, hatta toplumu
koruyan kanunları, sağlığımızı koruyan bilimsel literatürleri, kuramları, ahlâkî
değerleri oluşturamazdık. Söz varlığımızı geliştirdikçe duygularımız inceldi,
birbirini tamamlayan güzel sözler ve veciz ifadelerle anlam kazandı eserler.
Anlamları süslemeyi öğrendik, süslemeden doğrudan kullanmayı, öğüt vermeyi,
kapalı anlatımı, açık anlatımı, imgelemi, eğretilemeyi, kinayeyi ve diğer söz
sanatlarını geliştirdik. Her birini farklı bir formda kullandık. Gerçek birer
sanat esrine dönüştürdük. Bu sanat eserleriyle dilimizi zenginleştirdik.
Dil
ne kadar işlenmişse, ne kadar sanat eseri üretmişse o kadar değerli ve
köklüdür. Dil bizi yücelttiği gibi, biz de incelmiş duygular ve verdiğimiz
eserlerle onu yüceltir, koruruz. Bu sevgi ve bağlılık karşılıklıdır.
Dil
sadece konuşmaktan ibaret değildir. Dili konuşma haricinde sessiz olarak da biçimlendiririz.
İşitme engeli olanlar için oluşturulmuş dil de işlevini sürdürür. Önemli olan,
simgeler ve harflerle ya da ses tellerinden, ağız içinden çıkan işitsel
varlıklarla ortaklık kurmak ve anlaşılabilir nitelikler barındırmak.
Ne
büyük bir mucizedir dil. Düşündükçe insan doğasının mükemmelliği karşısında
hayrete düşeriz. Dil, anne karnında gelişmeye başlar. Bebek ağlayarak ifade
eder kendini; ağlamak da bir iletişimdir. Bebek doğuncaya kadar dışarıda
konuşulan sözcükleri, sesleri işitir. Anneyi sesiyle takip eder, doğduğunda
sese döner, gülümseyerek tepki verir. Bir aylık olduğunda bebek ışığa tepki
verir, gözleri anne yüzüne sevgiyle bakmaya başlar, kulakları sevgiyle hıfzeder
annenin sözcüklerini. Sonunda anadili kazanılmış ve hiç düşünmeden, çaba sarf
edilmeden kullanılmaya başlanmış olur. Fiziksel ve nörolojik bir hastalığı
yoksa çocuk dili otomatik olarak işler, söyleneni anlar, her öğrendiğini günün
birinde ânında kelime dağarcığından çıkarıverir.
Anadilini
geliştiren bireyler, gün gelir, büyük medeniyetler kurar, iyiliği ve güzelliği
yeryüzünde yayar, kalıcı eserler ortaya koyar, en önemlisi de birbirleriyle
manevî bağlarını kuvvetlendirir, köklü kültürlerini yüzyıllar öteye taşırlar.
Etkili
söz söyleme sanatı, kendini ifade edebilme yetisi büyük bir güç, hatta
silahtır. Bazen kılıçtan keskindir, karşısındakini dize getirir; nice başlar
kurtulur, nice masum canlar emniyette kalır. Nice etkili sözle geçmişin
gizemleri çözülmüş, geleceğe miras bırakılabilmiştir. Dil ile aklı yönetiriz. Türlü
sorularla türlü sorunların üstesinden gelir, türlü açmazları çözeriz. Yeni
sorularla toplumda kangren olmuş suçları aydınlatıp saygın mahkemelerin
işlevini arttırırız. Tek başına hiçbir anlamı olmayan harfler bir araya gelip
söz dizimi hâline gelince büyük anlamlar üretirler. Gün olur, halkların yaşamı
iki dudağın arasındaki söze bağlıdır; gün olur, kişiyi yağlı ipin ucundan alır
etkili bir söz.
Dili
geliştirmeli, dilimizi miras aldığımız şekliyle koruyup daha da ilerletmeliyiz.
Yok olup giden diller vardır yeryüzünde. Onlar neden dil çöplüğüne atılmıştır,
hiç düşündük mü? Biz de bin yıl sonra aynı kaderi paylaşır mıyız? O kaybolan
diller incelense, geçmişi, günü, ilişkili olduğu toplumlar, alışveriş
yaptıkları milletler ve tercih ettikleri diller nelerdir? Hangi badireleri
atlatmışlardır? Hiç işgal edilmiş ya da sömürge olmuşlar mıdır? En önemlisi de,
hiç eser üretmişler midir? Bu gibi düşüncelerle kendimize çekidüzen vermeliyiz.
Düşünce gücümüz dil gücümüzle birleşirse, kendimize değer verip kapasitemizi
arttırır ve dilimize sahip çıkarsak, şüphesiz aynı sona ulaşmayız. Ama gönüllü
dil esareti içine girer ve dil kirliliğimizi arttırırsak, bin yıl sonra bizim
şu anda yazdıklarımızı anlamayan torunlarımızla bağımız kopacaktır. Bu kaçınılmaz
sona maruz kalmamak için yüzyıllar önce dilimize sahip çıkan atalarımızı her
vesileyle anmak zorundayız.
Yûnus
Emre ne güzel söylemiş: “Söz ola kese savaşı/ Söz ola kestire başı/ Söz
ola ağulu aşı/ Bal ile
yağ ede bir söz.”
Bizim
Yûnus, dilimizi, öz Türkçemizi koruyup işlemiş, geliştirmiş, etkili söz söyleme
sanatını zirveye taşımıştır. Onun sözleri sevgi olmuş, umut olmuş, yaşam
olmuştur. Sarıçiçek dillenmiş, ağaçlar, dağlar, sular aşka gelmiş, en önemlisi de
gönülden dökülen sözler, bağrından çıktığı insanın diline gelmiştir. Bu sözleri
halk gönlüne almış, sahiplenmiş, geleceğe taşımıştır.
Sadece
Yûnus mu bu misyonu üstlenmiştir? Sadece o değil elbet, çağdaşı başka bir
mutasavvıf daha vardır ki o, Âşık Paşa’dır. Tıpkı Âşık Yûnus gibi Türkçemize
değer vermiş, söz varlığına yabancı unsurları sokmayarak halkın anlayacağı
dilde eserlere imza atmış, böylece geniş halk kitlelerince tanınmış ve
okunmuştur. Kendisinden sonra gelenlere örnek olmuş, sonraki şair ve
düşünürlerin dil işçiliğini inceltmesinde yolları açmış, çok büyük katkı sunmuştur.
“Garip-name”
adlı mesnevîsini şuurlu bir biçimde Türkçe olarak yazması çok dikkate değerdir
Âşık Paşa’nın. Bu dinî, tasavvufî ve öğretici eserinde yüzlerce konuya
değinmiş, güçlü imgelerle insanlara hikâyeler anlatmış, düşüncelerini zengin
bir anlatımla sunmuştur. Öyle ki, onun yazdığı beyitler çok geniş halk
kitlelerine yayılmıştır.
Büyük
siyâsî buhranlar geçiren Anadolu’nun siyâsî ve ideolojik birliğinin
sağlanmasında ve halkın eğitilmesinde anadilin gücüne inanmış, bu uğurda
bilinçli bir duruş sergilemiştir. O dönemde Türkçe şiir yazmanın ayıplandığı
bir ortamda açık açık fikrini beyan etmiş, “Türk diline kimseler bakmaz idi/ Türklere
hergiz gönül akmaz idi/ Türk dahi bilmez idi bu dilleri/ İnce yolu, ol ulu
menzilleri” diyerek bu konudaki üzüntüsünü belirtmiş, elinden geldiğince dili
işlemeye çalışmış, kendine özgü sözcükler türetmiştir.
Eserinin
isminden de anlaşılacağı gibi, Garip-name’de özgün yani garip şeylerin
anlatıldığı eşsiz bir eser ortaya çıkmıştır. Âşık Paşa bu eserinde mutasavvıf
kimliğiyle şöhret kazanmış, insanları irşada çağırmış ve tasavvuf kültürünün
yayılıp gelişmesinde büyük rol oynamıştır. Sade diliyle tasavvuf ansiklopedisi
olarak nitelendirilebilecek bu eserde nasihat üslûbu hâkim olmakla beraber,
birçok yerinde temsil yoluyla hikâyeler anlatmıştır. Bazı hikâyeler, gerçek
hayattan alındığı intibaı vermektedir. Bu yönüyle aynı zamanda bir hayat kitabı
hüviyeti kazanmaktadır. Bilgiye ve eğitime muhtaç, sıkıntılar içinde olan geniş
halk kitlelerine bu yolla ulaşmış, onun kolay anlaşılır beyitleri okunmuş,
okuma yazma bilmeyenler bilenlerden dinlemiş, gönüllerine nakşetmiştir.
Dilimizi
zenginleştirenleri araştırıp öğrenmeli, eserlerini okumalıyız. Vefasızlığımızla
onların çabalarını takdir etmez ve günümüze bıraktıkları eserleri okumazsak,
gelecek nesiller bizi de okumazlar. Asla bizi anlayamaz, geçmişle köprü
kuramazlar. Böylece biz de kültürel devamlılığımızı sağlayamayız.
“Garip-name”
adlı eseri Kemal Yavuz yayımlamıştır. Bu ve diğer eserleri, iletişimin ve
kitaplara-eserlere erişimin bu kadar kolay olduğu bir zamanda mutlaka okumalı
ve tanıtmalıyız.
Kaynakça: XIV.-XV. Yüzyıllar Türk Edebiyatı, 2017, Eskişehir: Anadolu Üniversitesi Yayınları, s. 25-69