“Söz ola, kese savaşı”

Yeni bir dünya için umut biriktiren, gönül mayalayan sözler söyleyelim. Mezardaki büyüklerin hikmetli sözlerine kulak kesilelim amma hikmetli sözler söyleyen bilgeler yetiştirelim. Bunun için kelimelerimize sahip çıkalım. Sözlerimiz, gönle değecek hikmete sahip olsun.

“SÖZ ola, kese savaşı/ Söz ola, kestire başı/ Söz ola, ağulu aşı/ Bal ile yağ ede bir söz…” (Yûnus Emre)

Evet, söz ağızdan bir kez çıkar ama bıraktığı tesir çok uzun sürer. Düşmanı dost eylediği gibi, dostu da düşman eder bir söz. Bundan dolayı atalarımız, bir söylerken bin kere düşünmeyi, ölçüp biçip de konuşmayı tavsiye etmişlerdir.

Aklına eseni söyleyenler kadar, düşünerek, yerinde ve zamanında konuşanların ibret dolu nice hikâyesi mevcûttur. Cihan devleti kuranların medeniyet tasavvurları da cihanı kuşatmalıdır. Sözün hası, Allah (cc) Kelâmı olan “Bismillah”…

Bir medeniyet tasavvurundan bahsedebilmenin birinci şartı, o medeniyetin insana bakışı, mimarisi, müziği ve sanatı, güzellik ve estetiğe verdiği kıymet, bir bütün olarak mânevî üstyapıyı oluşturan beşerî değerler manzûmesinin toplamıdır.

Batı’nın endüstriyel sanayideki terakkisi, bir “Batı medeniyeti” mottosu/sloganı oluşturdu. Bu medeniyetin çıkış noktası Kilise referanslı olup, Endülijans orijinlidir. Bu medeniyetin şiarı olarak, eşref-i mahlûkat olarak yaratılan insanı makinanın dişlisi ve üretimin aparatı olarak gören beşerî ideolojilerin hem insanı kıymetinden uzaklaştırdığını, hem de beşerin rahat yaşayacağı hayat sahasını/yeryüzünü icat ettikleri ölüm kusan silahlarla cehenneme, yaşanmaz bir çukura çevirdiklerini görürüz.

Modernizm adına sanatı, mimariyi, güzellik ve estetiği âdeta yok ettiler. Asrın Neronları şehirleri, ormanları, dağı taşı ateşe verdiklerinde, kendileri fildişi kulelerinde viskilerini yudumlayıp “insan hakları, demokrasi” türküsü mırıldandılar.

Oysa İslâm ahkâmını yaşanan hayatın dinamosu yapan ecdâdımızın medeniyet tasavvurunun şiarı şudur: “Gerçekten Biz, Âdem evlâtlarını şerefli kıldık, karada ve denizde kendilerini taşıyacak vâsıtalar nasip ettik, onlara helâl ve hoş rızıklar verdik ve onları yarattığımız varlıkların çoğuna üstün kıldık.” (İsra, 70)

Asr-ı Saâdet’ten sonra alınan mîras, bir iki hanedanın macerasından sonra Selçuklu ve Osmanlı’da doruğa çıkmıştır. Beşeriyete eşref-i mahlûkat olduğu hakikati ile bakışımız, kurduğumuz şehirlerin mimari, estetik, hizmet ehli vakıf ve imarethanelerinin yanında mûsikîde geldiği nokta ile de zarâfetin en müstesna çizgisi idi.

Ecdâdımızın o yükseliş dönemlerinde şehirlerimiz ve köy/yayla kısmında yaşayanların hayat tarzları edep ve terbiyenin ölçülerindeydi. Belki “Hayat tarzında israfa, debdebeye asla yer yoktu” demek büyük bir iddia olur, lâkin mutedildi.

Lîsan sanatı

Bu konuların anlatılmasında ise kilit rol, dilindir. Milletlerin medenî durumunu gösteren lîsan, insanlar arasındaki bağın köprüsü olan dil, konuşulan ifadelerin nezahet ve zarâfetinden belli olur. Konuşmak, insanlar arasındaki iletişimi, muhabbeti ve anlaşıp kaynaşmayı sağlayan büyük bir İlâhî lütuftur. Yani insanlar duygu ve düşüncelerini, arzu ve taleplerini çoğu kez konuşarak ifade ederler.

Bir kimsenin kullandığı dil ve üslûp, onu hayatta başarılı kılabildiği gibi hüsrâna da uğratabilir. Hattâ kişinin dilini muhafaza etmesi, Cennet’i elde etme vesîleleri arasında zikredilmiştir. Resûl-i Ekrem Efendimiz şöyle buyurur: “Kim Bana iki çenesi arasındaki (dili) ile iffet ve nâmusunu koruma sözü verirse, Ben de ona Cennet sözü veririm.” (Buhârî)

“En faziletli kimdir?” sorusuna Resûlullah, “Dilinden ve elinden Müslümanların emniyette olduğu kimsedir” mukâbelesinde bulunmuştur. Derdimize derman bulabilmek, eski saâdetli günlerimize kavuşmak, muasır medeniyet seviyesinde olabilmek için neyi nasıl kaybettiğimizi hatırlayalım.

Yüz sene önce milletimizin beşerî coğrafyasını işgal eden müstevlilerin bıraktıkları enkazın şehir mimarimizin dokusunu bozduğu, bize ait müziğin yabanlaştığı, estetiğin bize ait olmadığı, duâlı dilimizi bile bize unutturmaya çalıştığını görüyoruz. İlim-irfan beraberliğinin/bütünlüğünün tahrip edildiğini yaşıyoruz.

Bu efsûnî kelimelerin mânâsını arz edelim. İlim “bilmek”, irfan ise “tanımak”tır. İslâm, malûmat sahibi olmayı değil, bilgiyi içselleştirip gereğini yerine getirmeyi hedefler. İşte bu, ilmin irfan boyutudur! Tabiî ki irfan boyutunun gerçekleşebilmesi için bilgilenmeye ihtiyaç vardır. İlim olmadan irfan olmaz. Bunun için Kur’ân’ın ilk emri, “Yaratan Rabbin adıyla oku” (Alâk, 1) şeklindedir.

Dolayısıyla din, “Oku” emriyle başlamıştır. Bu, İslâm’ın bilgilenmeye verdiği önemi gösterir. Buna göre Müslüman önce neye inanacağını, ne yapıp yapmayacağını, nasıl yapacağını öğrenmelidir. Bilgisizce yapılan bir eylem, eksik yahut yanlış olacaktır.

Kabul edelim ki, büyük bir coğrafyayı kudret ve şefkatle yöneten ecdâdımız, zamanla hikmet, sanat ve zarâfeti yitirince zaafa uğramıştır. Gazâ rûhuyla büyüyen devletimiz, zaman içinde lüks, ihtişam ve şatafat tutkusuyla yıkılmaya başladı. Hikmetli sözleri kaybedince, çirkin sözler gönülleri zehirledi.

Yeni bir dünya için umut biriktiren, gönül mayalayan sözler söyleyelim. Mezardaki büyüklerin hikmetli sözlerine kulak kesilelim amma hikmetli sözler söyleyen bilgeler yetiştirelim. Bunun için kelimelerimize sahip çıkalım. Sözlerimiz, gönle değecek hikmete sahip olsun.

Unutmayalım ki, kelime şifâ bulmazsa medeniyet ihya olmaz. Bu konuda rahmet-i Rahmâna yürüyen bir büyüğümüzden ve yaşayan üstadlardan aldığımız iki cümle ile merâmımızı özetleyelim…

Osmanlı’nın gerçek yıkılması toprakları değil, kavramları, dolayısıyla anlamları kaybetmesiyle başlar. Bu kaybın ilk adımı Batılı kavramları aslî kavramlarımıza göre eş, eşit ve eşdeğer görmektir. Bizim medeniyetimizin belirleyici farkı; şu veya bu millete, coğrafyaya, tarihe, devlete yaslanması değildir. Tevhide, kulluğa yaslanmasıdır.” (Savaş Barkçin)

“Her defasında yıkılışımızın sebebi, benliğimizden kaçarak Batı’nın taklitçiliğine sığınma sevdâmızdır. Biz, Batı’nın iki şeyini yanlış anladık, iki yüzünü tersinden gördük: İlmini ve ahlâkını... İlimle ahlâkın aynı kökten çıktıklarını bilemedik.” (Nurettin Topçu)

Dilimizdeki zikir çekilince…

Emperyalizmin içimizdeki mankurtlarının dilimiz üzerinde bıraktıkları tahribattan dolayı, bugün irticalen kullandığımız ifadelerin birçoğunun neyi ifade ettiğinden bîhaberiz.

Meselâ birine kızarız, bir yanlışa itiraz ederiz. “Yapma yahu” deriz. Oysa kelimenin aslı, “Ya Hû” şeklindedir. “Hû”, Allah’ın adıdır. Kızmak mı gerekir, duâ etmek mi?

Müsaadelerinizle, bazı dostların telefonlarında dolaşan ve bu fakire de gönderilen bir alıntıyı buraya aktaralım:

Komşu komşuya seslenirken dahi zikrederdik biz, ‘Hu Hu’ diye seslenirdik.

‘Eyvallah’, dilimizin pelesengi idi. ‘Hayy’dan gelip ‘Hû’ya giderdik. ‘Hay Hay Efendim’ diye kabul ederdik tekliferi. ‘Allah Allah’ diyerek şehâdete koşardık Tuna boylarında. ‘Allah Allah’, ‘Subhân Allah’, ‘Allah-u Ekber’ idi hayretlerimiz. Şimdilerdeki gibi ‘Vaaaauuv’ ya da ‘Oha’ diye gayr-i Müslim kırması çığlıklar atmazdık.

‘Tövbe estağfurullah’, ‘Fe-Subhan Allah’ zikri anlatırdı kızgınlığımızı. ‘Aman Allah’ım’ derdik ‘Oh my god’ girmeden dilimize. Salâvat anlatırdı bazen yanlış bir iş yapıldığını. ‘Neûzubillah’ çekmek idi istemediğimiz bir şey görünce zikrimiz. Bismillah ile başlardı her hayrın başı. ‘Hayy Allah’, iyiliğimizi vermeye devam edeydi… ‘Allah Allah ill’Allah, Muhammedun Resulullah’ sonrası derdik alkışlarla yiğitlere ‘Maşallah’…

‘Ya Sabûr’, öfkemizin ilâcı idi. ‘Hasbünallah-u ve ni’mel-Vekîl’ diyerek Allah’ı Vekil ederdik çâresiz kalınca. ‘Ya Şâfî’ dokunurdu yaramıza merhemden evvel. ‘İnna lillah’ âyeti teselli ederdi geride kalanları…
‘Hakk’a yürürdük’ eskiden, ölmezdik biz. ‘Bu da geçer Ya Hû’, ‘Vazgeç Ya Hû’, ‘Hoş gör Ya Hû’ hatları süslerdi tekke ve zâviyelerin, iş yerlerimizin duvarlarını psikiyatrik ilâçlar dünyamıza girmeden…

Velhâsılıkelâm, eskiden yaşarken zikrederdik, şimdi zikrederken bile o hâli yaşamıyoruz. O güzel hâllerimize tekrar dönmemiz ve yaşamamız dileği ile… (Âmin.)”

Son söz

Babalarımız, analarımız, “Yavrum yere bak!” derdi, hikmetini şimdi anlayabiliyoruz. “Yavrum burnun ne de çok büyüdü” demekle “Mağrurlanma hünkârım, senden gayri Allah var” ifadesini formüle etmişlerdi. Ecdâdımız, kurduğu cihan devletlerinin yanında bize zarâfet, nezahet ve kadirşinaslığı bıraktı. Medeniyet tasavvurundaki derûnî dünyadan çok şey öğreniyoruz, ama maalesef bazısını anlayamamışız.

Şimdi kimi televizyon ekranlarındaki manzaralar, kullanılan ölçüsüz ifadeler ve ehl-i dîlin kabul edemediği şeylerdir. Güzel Türkçenin nasıl hoyratça kullanıldığını görmek, “Kalkınma makineyle ,asfalt dökmekle, çok yüksek binalar dikmek geniş bulvarlar açmakla olmuyormuş” dedirtir.

Bir de kelimenin söylenme şekli Türkçe gibi, lâkin kalıp yabancı… Ecdâdımızdan öğrendiğimiz “Allah’a emanet ol”, şimdilerde “Kendine iyi bak”… Tefsiri okuyucu dostlarıma bırakıyorum.

Karşımızdaki bir dostuna, bizden küçük olduğu için nezaket kuralları icabınca büyük soruyor: “Nasılsınız, iyi misiniz?”

Müstesna olanlar var muhakkak ama el-cevap: “İyi… Ya sen?”

Bunun neresi Türkçe? Zarâfet nerede? Medeniyet ummanından bir katre var mı bunda?

Yûnus Emre ile başladık, onunla bitirelim:

İlim elinde çıra

Yak da Mevlâ’yı ara

Bilmek olmak değildir

Olmaya bak olmaya…”

Olmak için bilmek gerekir; bilmek ise, olmak için olmalıdır. İlmiyle olanlara ne mutlu!

Vesselâm…