Söz güzele varınca gayrısı külfet olur

Yanlış olan yine yanlışa gider; çoğunlukla tadın yapmacık olduğunun fark edilmesinin akabinde -bu kez- niyet okumalar başlar. Başlar ki ne başlamak! Bu okuma şekli zaten her işin başında –bilâ teşbih velâ temsil- besmele gibi çekilir hâle gelmedi mi?

DÖNEN bir devrin fermanı var ellerde. Devrin dönen bir fermanı dillerde. Bir devrin dönen bir fermanı var ki, görmeyi bulanıklaştıran, aklı baştan başka her şeye devşiren, kalbin ritmini düzensizleştirip insana demini ve hemdemini kaybettiren…

Sadece üç ile sınırlı tuttuğumuz bu ifadelerin hepsi de aynı gibi görünüyor, değil mi? Başı dönmüş olmayı ifade etmek bile baş döndürüyor çünkü. Aynı şarkıyı usûlüne uygun değil de akordu kaçmış bir mecrada icra etmekten kazanılmış bir aşinalık misâli... Evet efendim, böyledir. Bu ne kadar vahimken, hayatın içi biraz daha şefkatlidir. Düştüğümüzde kalkmayı öğretmesi de bundandır. O nedenle yanlış çizgiyi takip etmek bile bir kaosa işaret etmez her zaman onun nezdinde.

Ne var ki, kaostan kurtulmak için aklın yerini koruması, dengini bulup dengesini hep bir sonraki adıma taşıması, kalp ile sıhhatli bir irtibat kurulması evvel şarttır.

Dönen bir devrin fermanı var ellerde

Teknolojik gelişmelerin kolaylaştırdığı birçok alanda bir yandan kazanılmış haklar elde ediyoruz ancak öte yandan ne karşılığında ya da neyi kaybetme karşılığında olduğunu bilemeden. Sayısız görevimiz yedeğe çekildiği, görev yerleri çoktan terk edildiği hâlde elimize tutuşturulan yeni görev fermanlarımızı okuyarak, belki okumuş gibi yaparak bir sonrakine duyurmak, en önemli vazifemiz olmuş durumda. Üleştirmenin yerini ulaştırma aldığından beri, kimse elindeki ambalajı renkli pakette ne taşıdığını bilmeden hareket ediyor.

Her bir taşıyıcı okuyor ama sadece ulaştıracağı adresi okuyor.

Paket kavuşuyor. Okumaklar... Sonra yorumlar... Yıldızlı, çiçekli yorumlar... Hediye almış olmanın getirdiği tat… Ama kısa bir tat... O dahi fark edenler için! Evet, kısa ve plastik bir tat!

Yanlış olan yine yanlışa gider; çoğunlukla tadın yapmacık olduğunun fark edilmesinin akabinde -bu kez- niyet okumalar başlar. Başlar ki ne başlamak! Bu okuma şekli zaten her işin başında –bilâ teşbih velâ temsil- besmele gibi çekilir hâle gelmedi mi? Nasıl denir, hicap kelimesi bile bazen kendinden utanır mı utanır. Hicap mı? Onu da kendi perdelemelerimize kurban etmedik mi?

İnsan neyi biriktirirse...

İnsan neyi biriktirirse olaylara da işbu birikimi üzerinden mevzilenir. “Biriktirir” derken, kendi bilinçli birikimleri buna dâhil olmakla beraber, asıl olarak biriktirirken tahlil edilemeyen, süzgeçten geçirilemeyen veya yanlış süzgeç kullanımından dolayı faydalının faydasıza karışarak bir tortuya dönüşmesi asıl meseledir.

Doğrudur, bu hâlde de kimi önüne duvar örerken, kimi pencere örer. Gerçi pencere bile her zaman görmeyi, -doğrusu- güzeli görmeyi sağlayamayabilir. Dahası iyiye işaret ederken veya iyiye davet ederken bile bir perde daha çekebilir.

İyiye güzele davet

Çoğumuz çoğumuzu iyiye çağırıyor, ancak sadece temiz odamızı gösterip misafirden ev sahipliği beklemeye koyulmak gibi bir tavra bürünüyoruz. Ev sahipliğini kendimiz yapsak bile amacımız izzet ve ikram yapmak değil, izzet ve ikram görmek. Çünkü bize ait olan ne varsa, hepsi emanet. Ama bu kez bu emanetlik, ödünç almak olarak önümüzde!

Ödünç almanın neresi kötü peki? Paylaşımın ihya vasfının unutulduğu ve paylaşımın paylaştırmak yerine -insanı- bölerek yok etmeye dönüştüğü günlerden beri hangi kavramı vatanında rahat bıraktık ki? Ne diyelim o vakit? Galiba şöyle: Güzellikler üç günlüğüne ödünç alınıyor ve süresi dolsa da iade şartı aranıyor. Bize bahşedilmeyince geri alınan… Evet, iadeli ve taahhütlü bir güzellik...

Peki, gerçek güzeli gören?

Güzeli gerçekte gören ise, "Göremedim" der gibi yaşar. Güzel de kendini göreni "Göremedim" der gibi yaşatır zaten. Güzelin muhatabıyla gizil iletişiminin özü böyledir çünkü. Gayrısına gelince, çoğunlukla güzelin edebiyatını bile anlamak zordur onlar için. Üzgünüz ki, zorluğun sebebi kelâm ile değildir. Zira onun bildiğinin, doğrudan da olsa, uzak yollar da dolaşsa sonunda kendini işaret edecek güzellemeler oluşundandır. Ve bu hâliyle, bu maksadıyla da güzelden ve onun tesirinden binlerce yıl uzakta olması kaçınılmaz olmuştur.

Söz güzele varınca, uzaması külfet olur efendim…

O hâlde mübarek günlerin aşkına ve hatırına güzellerin sözüne varalım ki Sa’dî-i Şîrazî’nin bir hikâyesinde yer alan duadan bir bölüme kulak vererek söze nokta koyalım:

“Bir meczup, Harem-i Şerif’te Yüce Allah’a münacat ediyordu. Aklıma geldikçe vücudum titrer hâlâ. Gönlü yaralı meczup, yana yakıla şöyle dua ediyordu:

‘Allah’ım! Beni bağışla, zillet içinde bırakma! Bırakırsan eğer, kimse tutamaz elimden. İster lütfunla çağır, ister kapından kov, eşiğinden başka yere sürecek başım yok benim!

Allah’ım! Ne kadar yoksul, çaresiz olduğumuzu biliyorsun. Kötülüğü emreden nefsin kölesi olmuşuz biz. Bu azgın nefis öyle hızlı koşuyor ki dizgini akılla zapt edilecek gibi değil. Bir başına nefisle şeytanı kim yenebilir? Karınca kaplanlarla nasıl dövüşebilir? Hak yolun erleri için, bana bir yol göster ve bu düşmanlardan beni Sen muhafaza buyur!

Allah’ım! İlâhî Zâtın hürmetine, eşsiz ve benzersiz sıfatların hürmetine, Beytü’l-Harem’deki hacıların lebbeyk çağrıları hürmetine, Medine’de metfun Hazreti Muhammed’in (sas) hürmetine, kılıç çakan savaşçı yiğitlerin tekbir nidaları hürmetine, temiz soylu ihtiyarların ibadeti hürmetine, hak yolda yürüyen gençlerin doğruluğu hürmetine, son nefesimizde bire ‘İki’ demekten kurtar beni! Gece gündüz ibadet edenlerin, benim gibi ibadetsize şefaat etmesini umuyorum.

Allah’ım! Temiz soylu insanların hakkı için, beni kötülüklerden uzak tut. Elimizden fenalık çıktıysa bağışla. İbadetten iki büklüm olan ve günahlarının utancıyla gözlerini yerden kaldıramayan ihtiyarların yüzü suyu hürmetine; saadet zamanı, gözümü kapalı; şahadet vakti, dilimi bağlı tutma. Hakkı gösteren yakîn nuruyla yolumu aydınlat. Kötülük yapmasın elim, çirkini görmesin gözüm, kirli işler çevirmesin kudretim.

Allah’ım! Muhabbetinin havasında asılı duran hakir bir zerreyim ben. Öyle ki; karşında varlığımla yokluğum birdir benim. Lütuf güneşinden azıcık ışık ver bana. Görenler, o ışık içinde görsünler beni.

Allah’ım! Âsî, kötü kullarına nazar et ki, iyi olsunlar. Sen, sultansın; bizse, köleniz. Padişahın bir iltifatı, köleye yeter de artar bile.

Allah’ım! Bana ceza verdiğin takdirde merhametine sığınırım. Amel defterime bakacak olursan; ‘Vaat ettiğin, bu değildi.’ deyip yana yakıla ağlarım.

Allah’ım! Beni kovma kapından. Çünkü gidecek başka kapım yok benim. Cahillik edip birkaç günlüğüne kapından uzaklaşmışsam, geldim işte, şimdi kapıyı yüzüme kapama. İşlediğim günahlardan dolayı utanç içinde başımı öne eğerek af diliyorum senden.

Ey lütfu bol, ihsanı geniş Allah’ım! Huzuruna yalnız aczimi getirecek kadar yoksulum. Kabahatimle, günahımla yargılama beni. Zenginlerin, yoksullara yardım etmesi âdettendir. Zayıfım, güçsüzüm diye niçin ağlıyorum ki ben? Evet, belki zayıf, güçsüz olabilirim. Ama güçlü, kudretli efendim var benim.’”