Soyutlanmış somurtma

İnsanlar bugün komşularının soracağı muhtemel sorulardan rahatsız olurlarken, hiç bilmedikleri insanların kendileri hakkında her şeyi bilmelerine müsaade ediyorlar. Üstelik bunu “rıza” ile yapıyorlar.

DEĞİŞEN dünya ile bizi biz yapan şey insanî değerlerken, biz insan yapımı olan metaları değerli hâle getirmişiz. Hâlbuki dünyada madde geçici, mânâ kalıcıdır. Dünya geçici, ahiret kalıcıdır. Değişen dünya ile bizler değişmiyor, dönüşüyoruz; mânâdan maddeye…

İnsan kendi fıtratına aykırı davrandırılıyor; fıtrata uygun olmayan fırlıyor.

Eski yılların daha güzel ve daha mânâlı olduğundan dem vururuz. Eskiler tüm âlemden haberdar değillerdi, kendi âlemlerini yeterince biliyorlardı. Oysa şimdi bizler tüm dünyadan haberdarken, kendi âlemimizden bîhaberiz. Küreselleşme, “global köy” olarak nitelendirilen durum, bizleri tüm dünya ile etkileşim hâlinde tutup yakın çevremizi etkisizleştiriyor. Kendi kültüründen uzak, kendi mahallesini bilmeyen, kendi komşusunu tanımayan insanların yaşadığı bir çağ oluveriyor yaşadığımız yüzyıl.

Eskiden insanlar köylerde yaşar, şehirlere çalışmak, para kazanmak için gelirlerdi. Yani mânâ köyde, madde şehirdeydi. Bu hâlen değişmemiş bir gerçek. Peki, bugün yaşam alanlarını şehir ve köy diye ikiye ayırmak mümkün mü? Kendi öz benliğini tamamen koruyan bir belde kaldı mı acaba? Köylerimiz dahi şehirleştirildi.

Şehir kelimesinin kökenine baktığımızda farsça “şah” kelimesi karşımıza çıkıyor. Yani “şahın yeri yahut hükmettiği yer” olarak ifade edebiliriz bunu. Köy ise kalabalık, güruh ve tüzel kişiliğe sahip tarımsal alan olarak tanımlanıyor. Yani özel (!) bir alana hapsolmak, kendi benliğinden aykırı olarak emirlere itaat etmek şehirken, kalabalık olarak yaşamak ise köy. Köy ise bağımsız olarak örgütlenmiş, haklara sahip olabilen kişilerin yaşadığı yer demek oluyor.

Şehir hayatından kastettiğim metropol şehirler yahut kozmopolit yaşam, toplumdan soyutlanıp somurtkan hâle gelen insanların yaşadığı yer. Şehir hayatında insan kalabalığın bir parçası değil, kalabalığın kendisidir. Yani bir birey değil, topluluğun içinde alelâde biri. Oysa köylerde (eski mahiyeti ile) insanlar daha mütebessim ve hayatın içinde yaşayan kimselerdir. İnsanlar gerçek mânâda insandırlar. Birer bireydir; Hasan amcadır, Ayşe teyzedir… Herkes birbirini pek iyi tanır; komşusu kimdir, bilir. Oysa şehir hayatında yaşarken yan komşumuzun kim olduğunu bilemeden ve yan yana yaşayan canlıların birbirine tesirinden bîhaber yaşarız.

İnsan, yaratılışı esasıyla bir diğerine ihtiyaç duyan varlıktır; birlikte hasbihâl etmeye, hayata dair bilgi aktarımına muhtaç bir canlıdır. Bu bilgilerin günlük yaşam ve düşünselde işe yarar bilgiler olması elzemdir. Şehir hayatında insanlar okyanus ötesini bilir fakat kendi yaşamından bir parça olan komşusunu tanımaz, bilmez. İnsan edindiği bilginin işe yarar bir tesirinin olmasını ister; bilgi işe yararsa güçtür, aksi hâlde yüktür.

Bilginin çok fazla olduğu ancak en az kullanıldığı bir çağdayız. “Bilgi çağı, teknoloji çağı” deniliyor. Peki, teknoloji bugün bizlere ne getiriyor? “İnsan bilgisini kullanamazsa bu güç değil, yüktür” demiştim, işte teknoloji ve bilhassa internet aracılığıyla sağlanan sosyal medya unsurları tam da bunu sağlıyor. Bizler bugün sosyal ağlarla birlikte dünyanın ucundaki gelişme ve olaylardan haberdar yaşıyoruz. Ancak kapımızın önündeki olaylardan, sokağımızda yaşananlardan habersiziz kendimizi hapsettiğimiz mağaramızda.

İnsanlar bugün komşularının soracağı muhtemel sorulardan rahatsız olurlarken, hiç bilmedikleri insanların kendileri hakkında her şeyi bilmelerine müsaade ediyorlar. Üstelik bunu “rıza” ile yapıyorlar.

İnsanlar hayatları boyunca gerçek mânâda temas edemeyecekleri kişilerle temas kuruyorlar. Bir temassız temas oluveriyor. Birbirine dokunmadan temas edebilir mi insan? Fizik kanunlarına aykırı yaşamaya çalışıyoruz. Oysa yaşanmaz ki kanunsuz…