
EĞİTİMİN nerede başladığı çokça tartışılan bir husus olsa da evvela ailede başladığı çoğunlukla kabul gören bir gerçek. Bir çocuk anne ve babasından ne görürse onu uygular, çünkü insan söylediği ile değil eylediğiyle emsal teşkil eder. Ancak anne-babalar çocuk ne duyarsa onu uygular gibi yanlış bir algıya kapılıyor. Söylemlerimiz ve eylemlerimiz bir olmadığında bu, yetiştirdiğimiz çocuklara da yansıyor.
Evimizde yetiştirdiğimiz herhangi bir bitkiyi düşünelim, dallarının kuruduğunu varsayalım, bitkiye eğilip senin suya ihtiyacın var dediğimizde mi su ihtiyacını karşılar yoksa ona yeterli suyu verdiğimizde mi? Yeterince su vermediğimiz takdirde ya da fazla miktarda suyu verdiğimizde dallarında sorun varken su miktarının fazlalığından ya da azlığından kökleri zedelenir ve o bitki ölmeye mahkûm olur. Aynı şekilde bitkiye suya ihtiyacı olduğunu söylediğimizde belki de susuzluktan değil de stresten daha fazla kurur. Çocukları yetiştirirken, senin bunu yapman gerekiyor, demek yerine ona örnek teşkil edebiliriz.
Çokça verilen bir örnektir; bir çocuğa kendimiz televizyon izlerken sürekli kitap oku dersek o çocuk kitap okumaz ancak bunu söylemek yerine elimize bir kitap alıp okumaya başlarsak çocuk bir müddet sonra bunu kendisi isteyerek yapar. Bir insanın ihtiyacının ne olduğunu tespit ederken de onun bu ihtiyacının ne kadar farkında olduğunu da idrak etmeliyiz. Ona, senin ihtiyacın bu, demek yetmez, onun bazı şeyleri kendisinin yaşayarak öğrenmesi ve gerektiğinde kendisinin sizden yardım talep etmesini beklemek gerekir. Aksi halde sizin yaptığınız iyiliğin dahi farkına varamayacaktır. Çünkü ihtiyacını ondan önce anlayıp giderdiğinizde ortada bir sorun kalmayacak ve o ihtiyaç duyulan şey hep varmış gibi olacaktır.
Neyi söylediğimiz kadar nasıl söylediğimiz de oldukça mühim. Evladının her sorusuna bıkkınlıkla cevap veren anne-baba, çocuk biraz büyüyüp ergin olunca onun başıboşluğu ve sorumsuzluğundan yakınır. Halbuki belki de o çocuğa düzgün yaklaşmadığı için sorumsuz biri oldu. Tabii bunun tam tersi de mevcut… Çocuğuna gereğinden fazla değer veren ve onu dünyada eşsiz bir varlık olduğuna inandıran ve sanki başka bir emsali yokmuş gibi lanse eden anne babanın evladı da ne ailesine ne de topluma herhangi bir yarar sağlayamayan bir yetişkin olabiliyor. Bütün bunlar değer yargılarının ne olduğunu bilmemekten yahut yanlış şeylere değer atfetmekten ileri geliyor.
Çocuğunun tahtını yapabilirsin ancak bahtını yapamazsın, diye söylenen bir özdeyiş vardır. Doğru ancak hangi açıdan bakıldığına da bağlı. Evlat yetiştirirken biz nasıl bir emsal teşkil ediyoruz? Değer yargımız nedir? Hayata maddî olarak mı yoksa manevî olarak mı bakıyoruz? Yaşama amacımız, maddî değerler elde etmek mi yoksa manevî kazanımlar mı? Hangisi daha ön planda? Çocuklarının geleceğini temin etmek adına yılmadan çalışan babalar, diğer taraftan çocuklarıyla geçiremedikleri vakit sonrası çocuklarına belki hatırı sayılır miras bırakmakta ancak paranın satın alamadığı değer yargılarını evlatlarına veremediklerinden kaynaklı çocuklarında tamiri çok mümkün olmayan kişilik bozuklukları ortaya çıkabilmekte.
Maddiyat elbette gündelik haklarımız için gerekli yeme, içme, barınma gibi ancak esasında önemli olan yediğimiz içtiğimiz dışında geçen zaman. Farklı bir yere gezmeye giden insana, “Yediğin içtiğin senin olsun, günlerin nasıl geçti?” diye sorulur meselâ. Bu misal üzerinden “Manevî olarak ne hissettin, güzel vakit geçirdin mi?” diye sorulur. Maddiyat geçici, maneviyat kalıcıdır. Bir yerde yediğimiz yemek bir müddet sonra sağladığı tokluğu kaybolurken yemeğin kokusu, tadı bizimle kalır. Ya da gezip gördüğümüz yerdeki manzara hafızamızda yer eder.
Çocuğa bir değer yargısı yüklemeden evvel onu ailenin bir ferdi olduğunu davranışlarla, eylemlerle göstermek gerekli. Belirli insanlar çocuklarına hiçbir şey öğretmeyip okula başladığında yahut evlendirdiğinde aniden mükemmel biri olmasını bekliyor. Halbuki bir çocuğun ailede alacağı değer yargıları başka, arkadaşları arasında alacağı değer yargıları başka, okula gittiğinde alacağı değer yargıları başka, evlendikten sonra kavuşacağı değerler başkadır. Eğer okula gittiğinde, öğretmeninin vereceği değer yargıları öncesinde ailede sağlam bir temelde oturtulmadıysa havada kalacak, pek anlaşılmayacaktır.
Şöyle düşünelim… Mühendisler tarafından zemini sağlam tasarlanmayan bir yapının üstüne çok sağlam betondan duvar yapılsa, katların arasına sağlam malzemeler yerleştirilse ve sonrasında bir deprem anında bina yerle bir olsa, bundan duvar ustaları mı suçlu olur yoksa binayı sağlam temellendiremeyen mühendisler mi?
Tabletle çocuğunu okul çağına getirmiş anne-babalar, okulda çocuklarının dikkat eksikliğinden kaynaklı dersleri yapamamasından dolayı öğretmenleri suçluyor.
Evladına evlenene kadar evde hiçbir sorumluluk vermemiş, çöp dahi attırmamış anne-babalar evlendiğinde gelinlerini/damatlarını suçluyor.
Yine evladına evde sorumluluk vermemiş anne-babalar iş yerine gittiğinde işten yakınan çocuğu yerine müdürünü suçluyor.
Halbuki her çocuğun her yaşta yapabileceği, kendini eve ait hissedebileceği o ailenin bir ferdi olduğunu kodlarına işleyeceği bir iş vardır.
Saadettin Ökten, verdiği bir röportajda şöyle diyor: “Bizim evde her yaşta yapabileceğimiz bir iş vardı. Misâlen misafir geldiğinde ayakkabılarını düzeltir, terliklerini uzatırdım. Biraz daha büyüyünce paltolarını alır içeriye buyur ederdim. Bu, insana aidiyet duygusunu veriyor, benim bu eve karşı sorumluluklarım var, bu eve aitim, gibi…”
Bu ve bunun gibi örnekleri uzatmak mümkün. Çocuklar sadece derslerine yönlendiriliyor, başka bir şey yaptırılmıyor; iletişimi kopuk çocuk toplumun içine girdiğinde de nasıl davranacağını, ne söyleyeceğini bilemiyor. Sonrası ise malum, herhangi bir manevî değeri olmayan, sadece maddeye ehemmiyet veren robotik insanlar ortaya çıkıyor.
Çocuğu küçükken evden vedalaşmadan çıkan anne-babalar, çocukları büyüdüğünde onlardan habersiz bir yere gittiğinde bu davranışa anlam veremiyor ve kızıyor. İnsan görmediği şeyi uygulamaya her zaman muktedir olamayabilir. Elbette bunların belirli bir yaşa kadar geçerliliği olabilir. Belirli yaştan sonra yetişkin olarak kendi sorumluluğunu alan bireyler olamamanın tek sorumlusu anne-babalar değildir. Hayattaki tüm başarısızlıklarından, iletişiminin kötü olmasından sadece ailesini suçlu tutan biri, kolaya kaçmakla beraber yetişkin olamamış, çocuk kalmış biridir.
Benim yetiştiğim ailede bazı zaman alışverişe gider, faturaları yatırır, çöpleri atardım ve bazen annem ve babamın başka şehirde işleri olduğunda evde yalnız da kalırdım. Bu gibi örnekler benim o eve ait olduğumu, yeri geldiğinde evin sorumluluklarını üstlenmem gerektiğini bana öğretti. Annem babam bir yere gideceği zaman bunu bize söyler, eve bir şey alınacağında herkes fikrini ifade ederdi. Hem aile içinde eve dair hem hayata dair her şeyi konuşur, bazı zamanlar tartışır, sonuçta uzlaşırdık. Aile içerisinde iletişim asgari değil azami ölçüde olmalı. Çünkü aile, insanı toplum içerisinde yaşamaya hazırlayan en temel birimdir. Temel sağlam olmalı ki üstüne inşâ ettiğimiz şeyler sağlam dursun.