İNSANLARIN dilce susup
bedence konuştuğu bir çağda, insanların kuşlar gibi uçmayı, balıklar gibi
yüzmeyi öğrenip kardeşçe yaşamayı unuttuğumuz bir çağda Yûnus gibi düşünmeye, Yûnus
gibi olmaya, Yûnusça yaşamaya ne kadar çok ihtiyacımız olduğunu söylemeye gerek
bile yok.
Yûnus’u yazmak, Yûnusça yazmak, Yûnus’tan yazmak
demek, “Kasdum budur ki, şehre girem
feryâd u figan koparam” demektir.
Yûnus Emre, doğumla,
hatta doğum öncesi elestü hitabıyla ve “Milk-i Bekâ”dan başlayan, oradan “fâni
cihan”a doğmuş olan, bu fâni cihanda “Dost Cemâli”ni gören ve nihayet
“Bekâbillah”a ulaşan bir yolcudur aslında.
Onun dünya hayatındaki yolculuğunun
iki dönüm noktası vardır: Bunlardan ilki, köyünden Hacı Bektaş diyarına yaptığı yolculuktur. Bu yolculukta Yûnus,
Hünkâr’ın mâkâmına vâsıl olunca yolda topladığı alıçları hediye eder ve buğday
talep eder. Kendisine, buğday yerine himmet verilsin istenir, o bunu kabul
etmez. Hatta Hacı Bektaş Veli, getirdiği alıçların önce sayısı kadar, sonra da
onların çekirdeklerinin sayısı kadar himmet verilmesini teklif eder ancak Yûnus
kabul etmez, buğday talep eder. Buğdayı alıp yola vurulunca, daha köyü terk
etmeden hatasını anlar Yûnus. Gerisin geri döner Hünkâr’ın mâkâmına, döker
buğdayı yere ve “Hata yaptım, alın buğdayı, himmet verin, himmet isterim” der.
Konu Hünkâr’a iletilir. Onun cevabı,
“Şimdi olmaz” olur ve ekler: “Onun anahtarını Taptuk Emre’ye verdik, varsın,
ona gitsin…”
Burada
geçen alıç, buğday ve himmetin anlamı bir kitap dolduracak kadar derindir.
Onun dünya hayatındaki yolculuğunun
ikinci dönüm noktası, Taptuk Emre’ye doğru ve Taptuk Emre ile birlikte yaptığı
yolculuktur. Asıl yolculuk da budur. Yûnus’un hayat yolculuğu içindeki manevî
ve maddî yolculuk böyle başlamıştır. Onun için bu yolculuk, maddî anlamda yol
ve dağ gibi görünse de manevî anlamda gönüldür.
Yûnus için, Taptuk Emre’nin yanında
olmakla yaptığı bu yolculuk, teslimiyet içinde üç şeyden ibarettir: Bilmek, bulmak ve olmak… Yani çiğ iken
pişmektir. Onun, “Taptuk’un tapısında/ Kul
olduk kapısında/ Yûnus miskin çiğ idik/ Piştik, elhamdülillah” şeklindeki
dizeleri bunu anlatır.
Yûnus’un yolculuğu “Arayı arayı bulsam izini” ile başlar, “Ben
yürürem yâne yâne” ile, “Bu yol uzundur/ Menzili çoktur” ve “Göçtü kervan,
kaldık dağlar başında” ile devam eder, “Şerîat tarîkat yoldur varana/ Hakikat
marifet andan içeri” ile zirveye doğru yol alır. Nihayetinde, “Ballar balını
buldum/ Kovanım yağma olsun” ile zirveye çıkar.
Yûnus, bu yolculukta maşukuna vuslat bulunca mest olan “Âşık”
olarak, Cebrail’e hiç ihtiyacı kalmayan İbrahim, Hakk yoluna canını kurban
eyleyen İsmail, Maşukun cevrine rıza gösteren Eyyûb, gökleri seyran eyleyen İsa
ve Dost’a yani Cenab-ı Hakk’a tercümansız giden Muhammed olmuştur.
Yûnus’un bu anlamlı yolculuğu “cehâletten ilme”, “kötü huylardan güzel
huylara”, “kendi varlığından geçip Hakk’ın varlığına”, “cismânî bedenden rûhânî
bedene”, “cimrilikten cömertliğe”, “bencillikten diğerkâmlığa” ve “ihtirastan
kanaate” doğru yapılmış olan bir yolculuktur.
Yûnus Emre, bu yolculuğunu aşkla,
sevgiyle yapmıştır. Yûnus, “Aşk gelicek cümle eksikler biter” diyerek,
yolculuğundaki engelleri aşmasına yardımcı olan, onu yolda bırakmayan yol
azığının “aşk” olduğunu da ifade etmiştir. O, bu yolculukta aşk ve sevgi
azığıyla açlığa, susuzluğa, soğuk ve sıcağa yani yolda karşılaştığı her türlü
olumsuzluğa tahammül etmiştir. Onun “Sevdiğimi söylemezsem
sevmek derdi beni boğar” diye haykırması, “Sevdiğimi göremezsem bu gözlerim
nemdir benim” diye feryat etmesi bundandır.
Onun, konuştuğunda dilinin çiçeklenmesi, sözleriyle
turnaları kanatlandırması, yüzünde her dem dolunayın şavkının parlaması, dertli bir dolap gibi inlemesi bundandır. O,
bu yol azığı olan aşkla “Söz ola kestire başı/ Söz ola kese savaşı” diye
haykırmış, “Gelin, tanış idelüm/ İşü kolay tutalum/ Sevelüm, sevilelim/ Dünya
kimseye kalmaz” çağrısıyla bütün insanlığa ışık tutmuştur.
Yûnus’un varlığa sevinmemesi, yokluğa yerinmemesi,
dünyayı elinin tersiyle itecek kadar gözü gönlü tok olması, Kutlu Kitabı gönül
gözüyle okuması, Yüceler Yücesine sığınıp Nebîler Serverini her şeyden çok
sevmesi bundandır.
Yûnus, medeniyetimiz için gönül yıkmaya değil,
gönül yapmaya gelmiş olan bir ikindi rüzgârı esintisi, bir meltem serinliğidir.
Çünkü Yûnus, kıldan ince ve kılıçtan keskin köprüler üzerine evler yapmış,
gönüllerin pasını silip gariplerin yasını bölüşmüş ve ete kemiğe bürünüp Yûnus
diye görünmüş Hakk âşığıdır. Yûnus, çiğ iken pişen, hamken olgunlaşıp aşkla
yanan, aşkı güneşe ve aşkı olmayan gönülleri taşa benzetendir. Yûnus, “Aşkın aldı benden beni/ Bana Seni gerek Seni/ Ben yanarım dünü günü/
Bana Seni gerek Seni” diye haykırandır.
Yûnus’u anlamak zordur. Onun öğretilerini kavramak
zordur. Çünkü Yûnus, erik dalına çıkıp üzüm yiyen, kazandaki kerpici poyrazla
kaynatan, bir sineğin bir kartalı kaldırıp yere çarptığını görendir. Çünkü o,
bir yanıyla “Dövene elsiz gerek/ Sövene dilsiz gerek” diyen,
diğer yanıyla zalimin karşısında dimdik durarak
Moğol İstilası karşısında Anadolu’nun en yüksek dirlik çağrısını yapan bir
yiğit, bir alperendir.
Günümüzde onun çağrısına, sesine, sedasına her
zamankinden daha fazla muhtacız. Çünkü onun çağrısı, sesi, sedası, dün olduğu
gibi bugün de, yarın da insanlığın kurtuluş reçetesidir. Onun Taptuk Emre ile
olan yolculuğunda yaşadığı bir olay, dostluğun ve sevmenin somut hâli olarak
ifade edilebilir.
Yûnus, bir gün taşıdığı odunlarla dergâha gelir.
Dergâhın kapısını çalar. Hocası Taptuk Emre içeridedir. Yûnus kapıyı çalınca
hocası sorar: “Kimdir o?”
Yûnus edeple cevap verir: “Benim, Yûnus…”
Hocası tekrar sorar: “Hangi Yûnus?”
Yûnus bu soruya cevap vermez. Sessizce çıkar gider.
Sonrasında yıllarca bu dergâha odun taşır, iş yapar. Nihayet bir gün yine dergâhın
kapısını çalar. Hocası Taptuk Emre daha yaşlanmıştır. Yaşlı sesiyle sorar: “Kimdir
o?”
Yûnus yine aynı cevabı verir: “Benim, Yûnus…”
Bunun üzerine Taptuk Emre seslenir: “Bizim Yûnus…
Bizim Yûnus… Gel bizim Yûnus!”
İşte Yûnus, şeyhinin “Bizim Yûnus”u olmak için harcanan
bir ömrün adıdır. Üstad’ın, “Rüzgâra bir koku ver ki hırkandan/
Geleyim izine doğru arkandan/ Bırakmam, tutmuşum artık yakandan!/ Medet ey
dervişim, Yûnus’um medet!” demesi
bundandır.
Son sözü yine Yûnus söylesin: “Derviş
Yûnus söyler sözü/ Yaş doludur iki gözü/ Bilmiyen ne bilsin bizi/ Bilenlere
selâm olsun!”