Sosyal reçete: Fenâ-bekâ dengesi

Empati kişinin kendini, karşısındaki kişinin yerine koyarak onun duygu ve düşüncelerini anlamaya çalışması olarak yorumlanır. Birbirinde fâni olmak ise kişinin karşısındakinin hissiyat, kabiliyet ve meziyetlerini kendisi yaşıyormuş gibi kabul etmesi ve kendisinin yerine karşısındakini tercih etmesidir.

MADDENİN nihaî hedefinde mânâya erişmek yatar. Bir mânâ ortaya çıkıyorsa maddenin varlığı değer kazanır. Ancak maddenin mânâ üzerinde gerçek tesiri olmadığını da bilmek gerekir. Aşikâr olan mânâ farklı anlamlar gibi görünse de her bir mânâ birer isme karşılık gelir.

Dünya üzerinde akıl erdiren, kalbini çalıştıran ve fikrin holistik eksende devamına mümtaz ve müphem karinelerden arınmış düşünce sadece insanda olabilir. İnsanlar arasında madde-mânâ dengesini doğru otorite yapmak iyi huy ve özellikler kazanmakla mümkündür. Bunun gerçekleşmesi ise kesin olarak mânânın canlı olmasına bağlıdır. Mânâ sürdürülebilir canlı olursa insanlar arasında fikir hem iktidar, hem otorite olur.

Bir tohum toprağa karıştığında çürür, ölür ve yok olur. Sonrasında ise filiz verir. Bir yumurta dışarıdan kırılırsa kahvaltı sofralarında insanların değerli yiyeceklerinden olur, içeriden kırılırsa yeni bir hayat inkişaf eder. Bunların hiçbirinin evrim olmadığını ve neslin devamı olduğunu vurgulamak gerekir.

Batı düşüncesinde “yok olmanın” “hiçlik” olduğu şeklinde bir algı vardır. Bu nedenle yok olmanın ne olduğuna odaklanmak gerekir. Bir yumurta içeriden kırıldığında yok olur, ancak yeni bir canlı olan civciv çıkar. Bir tohum toprakla buluştuğunda çürür, filiz olur. Bu durumları “yok” olmak şeklinde mi yorumlamak gerekir, yoksa daha iyi bir âleme geçiş olarak mı? İkincisinin akla en yatkın olduğundan şüphe yoktur.

Benzer durum insan hayatı için de geçerlidir. İnsan, doğmadan önce anne karnında küçük bir dünyada ikâmet ediyordu. Bu dünyaya teşrif ettirilerek ödüllendirildi. Şimdi insanın, vefat ettiğinde dünyadan daha iyi bir âleme gideceği noktasında şüphe yoktur.

Madde, bitki, hayvan ve insan için yok/fâni olmak öncesine göre daha iyi bir âleme açılan pencere olarak bilinir. Bu yönü ile maddî açıdan büyük bir mânâ içerir. Maddî/fizik evren açısından bu kadar kıymetli pencerelere yol açılıyor ise mânâ/metafizik açısından daha büyük bir âleme açılacağı muhakkaktır.    

Olayların doku, maya ve gelenek açısından irdelenmesi gerekir. Maddî yön açısından Batı felsefesinin Doğu hikmetine erişmesi mümkün değildir. Bu tür durumların Batı’da yeşermesi mümkün görülmediğinden, Doğu’nun kendi tanımını yapması ve kendi fikir dünyasını kurması zorunludur.

İnsan gözünün algıladığı ışık şiddeti “fâni” olarak bilinir. Fâni ise Arapça sıfat olarak “ölümlü, gelip geçici” gibi anlamlara gelir. Fâninin isim olarak karşılığı ise “insanoğlu” demektir. Buradan hareketle, “ölmek, yok olmak ve geçici olmak” ifadelerinin Arapça karşılığı “fenâ” kelimesiyle ifade edilir.

Fenâ ve fâni kelimelerini birlikte aynı anlama karşılık gelecek şekilde kullanmak yanlış olmayacaktır. “Fenâ” kelimesinin Kur’ân-ı Kerîm’de özellikle “var olmak, sürekli olmak” anlamındaki “bekâ” kelimesiyle birlikte kullanılagelmiş olması manidardır. Zira her fenâ/fâni olandan sonra bâki bir âlemin kapılarının açılması kesindir.

Zulüm yerine adaletin, cehalet yerine ilmin/bilimin, nankörlük yerine şükrün, gaflet yerine hatırlamanın ve günah yerine taatin geçmesi sürecinde insanlığın kötü huy ve vasıflarını bırakıp yerine iyi özellik, huy ve hasletlerin kazanılması anlamında da fenâ/fâni kavramı kullanılabilir. 

İnsanın kendi yaptığı iyilik ve hayır işlerini görmezden gelip İlâhî tecellileri temaşa etme sürecini yaşaması fenâ-bekâ dengesi anlamında çok kıymetlidir. Bu durum kişinin kendisiyle ilgili olan çok güzel bir haslettir. İnsanın kendisinde fâni olması, aynı zamanda Allah’ın (cc) insanda bekâ bularak “Bâkî” olması anlamına gelir. Böyle bir anlayış Cüneyd-i Bağdadî tarafından bu şekilde yorumlanmıştır.

İnsanın kendisinde fenâ/fâni olup bekâ bulması güzel bir haslettir. Bundan daha güzeli ise, insanlar arasında böyle bir denge sürecinin kurulmasıdır ki bu, hem Batı dünyasında bulunmayan, hem de Türkiye’nin dünyaya haykırabileceği eşsiz bir hazinedir. Fenâ/fâni-bekâ dengesinin gelinen dünyada en muhtaç olunan sosyal ilaç olduğu unutulmamalıdır.

Bu sürecin başlatılması, yaşatılması ve günlük hayatta inkişaf etmesi çok zordur. Lâkin toplum içinde ve insanlar arasında fenâ/fâni-bekâ/Bâkî dengesinin kuruması gündelik hayatta neşvünema bulması durumunda sosyal açıdan eşsiz bir kazanımdır. Bu durumu Batı’nın anlayıp yaşaması için gayret etmesini bırakın, böyle bir kavramın varlığından bile yoksundur. Bu yönüyle Doğu (özellikle Türkiye) medeniyeti, Batı medeniyetine göre çok ileridedir. Batılılar böyle bir kavramı bilmediklerinden ve anlayamadıklarından, onların bunu hayata geçirmeleri de mümkün değildir.

Sosyal hayatta fenâ/fâni-bekâ/Bâkî dengesi sosyal dokunun dünyada eşi benzeri olmayan bir cevher olduğundan hareketle, bu durumun tam karşılığı, birbirinde fâni olması anlamına gelir. Bu durum kendisi yerine karşısındaki kişiyi tercih etmesi anlamına da gelir. Birbirinde fâni olmak demek, bir kişinin din kardeşinde olan hasletlerinin kendisinden üstün meziyetlerde olduğunda onu tercih etmesi demektir.

Günümüz dünyasında insanların büyük çoğunluğu ve kalabalıkların ekserisi para, makam, şan, şöhret, hız ve haz karşısında yok oluyorlar. Bu yok oluş ise bitiş, tükeniş ve bir daha dirilmemek üzere nihayete ermek anlamına gelir. Otomobil, ev ve para gibi nicelik üzerinden varlık sergilemek, insanın kendi ipini kendisinin çekmesi demektir. Bu nedenle yazının konusu bu “nicelik” ekseninde değildir. Kişinin kendisinde fenâ/fâni olup bekâ/Bâkî dengesini kurması da değildir. Bireyin kendisinde fenâ/fâni-bekâ/Bâkî dengesini kurması elbette çok kıymetlidir ancak din kardeşlerinin birbirlerinde fenâ/fâni-bekâ/Bâkî dengesini kurması, son asrın kaçınılmaz ve zorunlu kıldığı bir sosyal iksirdir. Böyle bir durumu inşâ eden her toplum bütün saldırıları püskürtecektir.


Bekâda fâni olmayı tercih etmek

Eğer böyle bir denge kurulamaz ise, Batılılar ile Doğuluların birbirinden ayırt edilmesi mümkün olmayacaktır. Nitekim günümüz dünyasına bakıldığında bunun canlı örneklerine şahit oluyoruz. Japon medeniyeti, Hint medeniyeti, Kore medeniyeti ve diğer bazı medeniyetler Batı’nın karşısında duramamıştır. Doğu medeniyetinin Batı ejderhası tarafından yutulduğunu söyleyebiliriz. Bu yok oluş, ileride bir daha dirilişin olmayacağı anlamına gelmektedir. Kültür ve medeniyet açısından yok olan bir toplumun kendi varlığını sürdürmesi mümkün değildir.

Bireyin kendisinde fenâ/fâni-bekâ/Bâkî dengesini kurmasını “ihsan” ile aynı kabul etmesi, farklı ve ilginç bir penceredir. Kişi kendisinde fâni olup Yüce Bir Yaratıcının “El-Bâkî” isminin tecellisine mazhar olması anlamındaki “ihsan” kavramı, Allah’ın (cc) kuluna verdiği kıymeti de ortaya koymaktadır.

Böyle bir bakışın en manidar tasnifi Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin “Kitâbü’l-Fenâ” adlı eserinde yapılmıştır. Muhyiddin İbnü’l-Arabî bu anlamdaki “fenâ”yı âlemin, fiillerin, günahın, sıfatların, zâtın, evrendeki her şeyin ve bunlar arasındaki münasebetlerin yok olması tarzında sıraladığını görüyoruz.

En genel anlamda fenâ/fâni-bekâ/Bâkî dengesini “insanlar ve diğerleri” olarak iki kategoride görmek gerekir. Birincisi madde, bitkiler ve hayvanların yeni bir oluşumda inkişafıdır. Bu oluşum tekdüze bir şekilde ilerler. İkincisi ise, insanla ilgili olan fenâ/fâni-bekâ/Bâkî dengesidir ki kendi arasında iki kısma ayılır.

İnsanla ilgili olan fenâ-bekâ dengesinin ilk kısmı, kişinin kendisiyle ilgili olan bir dengedir. Diğeri ise başka birinde fenâ olmaktır. Buradaki fenâ dengesinde birey ya kendisinin kişisel gelişimi, vefatı yahut da eşi ve çocuklarıyla olan fenâ/fâni-bekâ/Bâkî dengesi görülür. Bu birinci tür bekâ oluşumu daha çok kişinin maddî ve manevî menfaatiyle ilgilidir. Geçmiş çağlarda böyle oluşumlar yaşanmıştır, bugün de devam edecektir. Bu, hayatın akışına uygun bir tutumdur.

İnsana dair ikinci tür fâni oluş, modern çağın da ilacı olan “birbirinde fâni olmak”tır. Bu asrın fâni oluşunda bekâ bulması, Türkiye gibi ender ülkelerin sosyal bütün hayat sorunlarının çözümüne dair yegâne reçetedir. Bu durumun gerçekleşmesi için izlenmesi gereken yollar vardır. Bunların takip edilmesi ve uygulanması gerekir.

Bu durumun özellikle de çağımızda uygulamadan ırak görünmesini görmezden gelemeyiz. Buna engel olan uzaklık, daha çok maddî oluşumlarla ilgilidir. Ev, araba, makam, para, hız ve haz gibi maddî oluşumlara insanlar ne kadar kolay eriştilerse, din kardeşlerinde fâni olmaktan dahi o nispette uzaklaştılar.

Maya, doku ve gelenek açısından kardeş olan kişilerin birbirinde fâni olması özellikle çağımızda güçtür. Bunun en büyük nedeni, maddî zenginliğin mânâ açısından körlüğe neden olmasıdır. Ayrıca veren el bakımından ekonomik ve maddî zenginlik, nicelik açısından tehlike, nitelik açısındansa avantaj görünür.  

Maya, doku ve gelenek açısından kardeş olan kişilerin birbirinde fâni olması için bazı şartların yerine getirilmesi gerekir. Bunun ilk şartı korkmamaktır. Haklı ve doğru dâvâda kardeş olanların, birbirlerine siper olmaları açısından her yönüyle korkmamaları elzemdir. Bu durum özgürlüğün ve hürriyetin özüdür. Bu nedenle İstiklâl Marşı’mızın “Korkma” diye başlaması manidardır. Zira korkan kişi hür olamaz ve özgür olmayanın samimiyeti müphem karineler barındırır.     

İkincisi, özellikle sosyal medyanın yaygın olduğu günümüzde beğenilmek, tıklanmak, şöhret sahibi olmak gibi nefsin hoşuna gidecek işlerden uzak durmak gerekir. Sosyal medyanın beğenilme niceliklerinden ötürü kılıktan kılığa girme çabasından şiddetle vazgeçmek gerekir.

Üçüncüsü, maya, doku ve gelenek açısından kardeş olan kişilerin menfaatlerinin çakışmaması gerekir. Bu menfaat gerek maddî, gerekse manevî olsun, her defasında kişi yanı şartları sağlamak bakımından kendisi yerine başkasını tercih edebilmelidir. Ya da rekabet durumuna gelebilecek şartların ortadan kaldırılması gerekir. Yapılması gereken maddî ve manevî birer menfaat varsa, tercihte sorun yaşamamak üzere aralarında pay edilebilir. 

Dördüncüsü, samimî eleştiri ve uyarıyı muhafaza ederken üstünlük taslayıp tepeden bakmamak gerekir. Dostane bir pencere açmak ve dost meclislerinde kalbî samimiyeti ortaya sermek gerekir.

Beşincisi, gerek maddî, gerekse manevî herhangi bir işte ekip ruhunu canlı tutmak gerekir. Tek kişi bir işi yaparken kazanç bir ise, ekip ile yapıldığında kazanç katlanarak binler seviyesine erişebilir. Bu nedenle ekip ile kazanmayı bilmek gerekir. İnsan sosyal bir varlık olduğu için birlikte yaşamaya ihtiyaç duyduğundan birlikte kazanmak ve birlikte aynı havayı solumayı da ister. Bu durum özellikle manevî işlerde daha elzemdir. Bunun açık olması, birlikte aynı havayı soluyanların birbirinde fâni olması en güzel eylem olacaktır.

Bu durum maddî bir kazancın verilmesi olarak algılanmamalıdır. En azından karşıdaki kişinin de kazanmasına, onun da kendi gibi olmasına gayret göstermektir. Bu beş durumun maddî kısmının üç penceresi vardır: Birincisi gönülden destek olmak, arzu etmek ve fikren yaşamaktır. İkincisi ilmiyle yardım etmektir. Sonuncusu da uygun şartlar açısından görevleri yerine getirmektir.  

Bu şartlar yerine getirildiğinde çok sayıda sosyal işin de yerine doğal şekilde geleceği ortadadır ki bu büyük bir kazanç olacaktır. Böyle durumları “birbirinde fâni olmak” diye görmek gerekir. Böyle bir durum günümüzde yaygın olarak bilinen empatiden daha üstün bir durumdur ve Batı’da yoktur.

Empati kişinin kendini, karşısındaki kişinin yerine koyarak onun duygu ve düşüncelerini anlamaya çalışması olarak yorumlanır. Birbirinde fâni olmak ise kişinin karşısındakinin hissiyat, kabiliyet ve meziyetlerini kendisi yaşıyormuş gibi kabul etmesi ve kendisinin yerine karşısındakini tercih etmesidir. Böylece fenâ/fâni-bekâ/Bâkî sürecinde kişi, karşısındaki kişinin manevî klonu gibi olur ki bu, istenmeyen sosyal olayların da panzehridir. Kişi, karşısındaki kişinin güzel işleri, güzel hâlleri ve güzel meziyetlerine kendi işi, hâli ve meziyeti gibi sevinir ve ona muhabbet duyar. Samimî sohbet, muhabbet ve fedakârlıklar bu durumu olumlu yönde besleyerek kabiliyetlere göre nefs terbiyesi gerçekleşir. Bu terbiye neticesinde ulaşılan seviye, “fenâ-bekâ” dengesi olarak bilinir.