GEERT Hofstede, kültürü,
“bir toplumu diğerlerinden ayıran
kolektif bir zihin kodlaması” olarak tanımlar. Yani o toplumun zihni belli
olaylara ortak tepkiler verir; kelimelere, kavramlara, deyimlere o kodlamalar
aracılığıyla anlamlar yüklenir ve böylelikle iletişim gerçekleşir.
Geçen
hafta Anayasa Mahkemesi üyesi Engin Yıldırım’ın Twitter üzerinden paylaştığı “Işıklar yanıyor” mesajı, bir anda
toplumun o ortak kodlanmış zihinsel programlaması ile anlam kazandı, hayli
yankı oluşturdu.
Ola
ki anlaşılmaz kalmasın diye bir gazeteci, Engin Yıldırım’ı etiketleyerek ve
sonuna temenni emojisi ekleyerek, “İnşallah
hep böyle yanar bu ışıklar” paylaşımı ile destek verdi. Başka bir gazeteci
de, “Anayasa Mahkemesi üyesi Engin
Yıldırım’dan anlamlı tweet” mesajı ile paylaşımın ateşini daha da körükledi.
İçişleri
Bakanlığı da yine Twitter üzerinden “Işıklarımız
hiç sönmüyor” paylaşımı yapınca, toplumun zihin kodları harekete geçti ve
ciddî bir tepki dalgası oluştu.
Sonraki
günlerde gerek sosyal medyada, gerekse geleneksel medyada “Işıklar yanıyor”
meselesi ilk gündem maddesi oldu. Engin Yıldırım daha yakından mercek altına
alındı; kim olduğu, daha önce neler yaptığı ve Anayasa Mahkemesi üyeliğine
nasıl atandığına dair konuşmalar yapıldı, yazılar yazıldı.
Biz
bu yazıda böyle bir tartışmaya girmeyeceğiz. Engin Yıldırım’ın kişilik ve
kimliğine dair genel bilgilerin dışında özel bir bilgiye sahip değiliz, Anayasa
Mahkemesi’nin son günlerde üzerinde çalıştığı dosyalardan da bîhaberiz.
“Işıklar yanıyor” vakıası ile sosyal
medyanın çok acayip bir plâtform olduğunu bir kez daha anlamış olduk. Sanki
gece yarısı birisi darbe teşebbüsünde bulundu, onu destekleyenler de oldu ve
halk ayaklanması ile darbe teşebbüsü akâmete uğratıldı. Olayı tetikleyen mesaj
silindi, “Ben onu kastetmedim” türünden açıklamalar yapılarak geri adım atıldı,
mesajı görünce heyecanlarını saklayamayıp paylaşıma destek verenlerse “Biz
darbeci değiliz” şeklinde savunma yaptılar.
Mesajı
gören, tepkisini ortaya koydu; “ışık” üzerinden yeteri kadar mizah, ironi ve
edebiyat yapıldı. Ara bilgi olarak aktarayım, o gece kendi geldiğim nokta şu
oldu: “Işıklar içinde uyuyamıyorum,
lütfen ışıkları kapatın!”
Işıktan
rahatsız olmuştum ama aklıma ölünce arkamdan söylenmesi muhtemel bir temenni
gelmişti. Arkamdan “rahmet” dilenmesi tercihimdi; “rahmet” ya da “nur” yerine
ikâme edilmeye çalışılan ve bu dünyaya ait fizikî bir enerji olan “ışık”, öbür
tarafta benim işime yaramazdı. Ben de işin bu tarafına takılıp kalmıştım...
Tekrar
konuya dönersek… Bütün her şey, bir gecede oldu ve bitti. Sanki bir rüya gibi,
değil mi? Hepimiz evdeydik, olan biteni elimizdeki küçük ekrandan takip ettik.
Bundan
sonra, tamamen sanal âlemde yaşanacak ve geçip gidecek birçok vakıa
yaşayacağımız ve gerçekliklerin bu alana taşınacağı anlaşılmaktadır. Bundan
dolayı gerçek dünyanın yerine ikâme edilen sanal âlemin içerisinde de tavır ve
davranışlarımıza dikkat etmemiz gerekliliği ortaya çıkmaktadır. “Kelebek
etkisi” dediğimiz durum, sosyal medyada da görülebilmektedir. İki kelimelik
küçük bir paylaşım büyük netîceler doğurabilmektedir.
Meşhur
bir hikâyedir[i]…
Bir gün bir tanıdık,
Sokrates’e rastlar ve der ki, “Arkadaşınla ilgili ne duyduğumu biliyor musun?”
“Bir dakika bekle”
diye cevap verir Sokrates, “Bana bir şey söylemeden evvel, senin küçük bir
testten geçmeni istiyorum. Buna ‘üçlü filtre testi’ deniyor”.
-Üçlü filtre?
“Doğru” diye devam
eder Sokrates, “Benimle arkadaşım hakkında konuşmaya başlamadan önce, bir süre
durup ne söyleyeceğini filtre etmek iyi bir fikir olabilir. Bu, ona ‘üçlü
filtre’ dememin sebebi... Birinci filtre, ‘gerçek filtresi’... Bana birazdan
söyleyeceğin şeyin tam olarak gerçek olduğundan emin misin?”.
“Hayır” der adam,
“Aslında bunu sadece duydum”.
“Tamam” der,
“Öyleyse sen bunun gerçekten doğru olup olmadığını bilmiyorsun. Şimdi ikinci
filtreyi deneyelim, iyilik filtresini. Arkadaşın hakkında bana söylemek
istediğin şey, iyi bir şey mi?”.
-Hayır, tam tersi!
-Öyleyse
onun hakkında bana kötü bir şey söylemek istiyorsun ve bunun doğru olduğundan
emin değilsin. Fakat yine de testi geçebilirsin, çünkü geriye bir filtre daha
kaldı; işe yararlılık filtresi… Bana arkadaşın hakkında söyleyeceğin şey, benim
işime yarar mı?
-Hayır! Gerçekten
de değil…
“İyi” diye
tamamlar Sokrates, “Eğer bana söyleyeceğin şey doğru olmayıp işe yarar bir şey
değilse, bana niye söyleyesin ki?”.
Bu
hikâye beşerî münasebetlerimizde, insanlara birileri hakkında bilgi aktarırken
hep aklımızda olmalıdır. Sosyal medyanın hassas yapısı dikkate alınarak
yapılacak paylaşımlar, buna benzer bir filtreden geçirilmeden yapılmamalıdır.
İnsanın
o anki hissiyatı kendine özeldir. Paylaşım yapma ihtiyacını hangi sâikin
tetiklediğini, motivasyonunu ve heyecanını biz bilemeyiz. Bazen kendi
yazdıklarımızı bir süre sonra anlamsız bulabiliyoruz. Fakat sosyal medyada
süzgeçten geçirilmeden paylaşım yapıldığı anda, ok yaydan çıkmış oluyor. Hele
toplumun ortak kodları o paylaşıma bir anlam yüklerse, geometrik artışla
yayılıyor. Düzeltme teşebbüsleri de yeni tartışmaları beraberinde getiriyor.
Ünlü
olsun, ünsüz olsun, herkesin sosyal medya paylaşımlarında Sokrates’in “üçlü
filtre”sini aklında tutmasında fayda var. Bundan esinlenerek sosyal medya için
şöyle bir filtreleme düşünebiliriz:
·
Doğruluk:
“Yaptığım bu paylaşım doğru mu?”
·
Faydalılık:
“Bu paylaşım ne işe yarayacak?”
·
Anlaşılabilirlik:
“Yaptığım paylaşım yanlış yönlere çekilebilir mi?”
·
Hukukîlik:
“Bu paylaşım hukukî sonuçlar doğurabilir mi?”
Bu
sorular cevaplandıktan sonra paylaşım kararı verilmelidir. Hattâ sosyal medyada
yapılacak paylaşım önceden yazılıp bir süre beklemeye alınmalı (taslak olarak
kalmalı), zihnimiz bunu yapmanın getirisi ve götürüsünü hesap ettikten sonra
yayımlanmalıdır. Aksi hâlde, sosyal medyada ışık yakmaya çalışırken kendimizi
yakarız!
“Işıklar
yanıyor” paylaşımı bu minvâlde, derslerde misâl olarak anlatılacak bir örnek olaydır.