Sosyal medya

“Zamanın gereği” diyerek bu mecralara bodoslama giren, bir şekilde tüm zamanını boşa harcayan, hevesini, hırsını bu alanda pompalayarak vahşice büyüten ve sonunda (kaçınılmaz olarak) mutsuz olan insanlar görüyorum.

DERTLİYİM!

Sosyal olduğu söylenen mecralarda neler oluyor? Tek bir şirket çatısı altında toplanan, isimleri farklı, amaçları aynı, bir ekonomik değeri ve dolayısıyla ekonomik kaygıları olan bir oluşumdan bahsediyorum. Pîri Reis, yaşadığı zamanda tüm dünyanın ve denizlerin haritasını çıkartmıştı. Modern zamanın teknoloji ve bilgisi, bu konunun nasılı hakkında sorular sormaya devam ediyor. Günümüzde ise ırk, din, dil, cinsiyet demeden (neredeyse) tüm insanlığın gerçek bir duygu haritası çıkartılmış durumda. Nasıl mı? İşte bu bahsettiğimiz sosyal medya ile…

Teknoloji ve sosyal medya, insanların zaafları, merakları, aile ilişkileri, çocukluğu, en derin korkuları, gelecek tasavvuru ve hayâllerine kadar tüm varlığını ele geçiriyor. Bunu bitmez bir komplo teorisine kadar götürmeyeceğim. Kastettiğim şudur ki, modern ve özgür olmak hevesine kapılan insanoğlu, tam da bu noktadan yakalanmış olabilir miydi? Görülme ve beğenilme isteği, kâbusu olmuş olabilir mi?  

***

Her çeşit ekran önünde-arkasında dinliyor, görüyor, izliyor, konuşuyor ve gerçekten bir anlam bulmaya çalışıyorum. Bu mecrada yer alacaksam (ki artık aksi pek mümkün görünmüyor) kendimi doğru bir şekilde konumlandırmak isterim. Bu nasıl mümkün olabilir? Olabilir mi?

Kimliksiz, kişiliksiz, kutsalsız, sadece “öyle olduğu için”, “Kalbim temiz” diyerek, şuursuzca yapılan ritüel-davranış-konuşma-giyim-makyaj, kısacası “yeni bir yaşam” kuşatması altında tüm insanlık!

***

Kulakları çınlasın, hocam Hayati bey söylemişti, “Çamurlu bir bataklığa eteğini, pantolonunu toplayarak da girsen, azamî dikkatle de yürüsen, en azından ayakkabın çamur olur”. Müthiş bir benzetme! Ben cevabımı almıştım. Konu ne olursa olsun, bu farkındalığa sahip olmayan çok fazla insan olduğunu üzülerek, biraz da şaşırarak görmeye devam ediyorum.

Teknolojinin gelişmesiyle zaman, artık dijitalleşme zamanı. Bunu inkâr etmek mümkün değil. Bu alanın gereklerinden haberdar olmamak, nimetlerini reddetmek ya da tamamen dışında kalmak ise en hafif hâliyle cehalet olur. Yaşadığımız bu son küresel krizde de gördük ki, dijitalleşme konusunda mesafe alan kişi-kurum-kuruluş  (birçok anlamda) daha az zarar gördü. Ayrıca, bu dijital dünya iki değil, iki yüz bin koluyla bizi sarmaya hevesli bir hâlde bekliyor.

“Zamanın gereği” diyerek bu mecralara bodoslama giren, bir şekilde tüm zamanını boşa harcayan, hevesini, hırsını bu alanda pompalayarak vahşice büyüten ve sonunda (kaçınılmaz olarak) mutsuz olan insanlar görüyorum.

Oysa sadece biraz durmak, iyi gelecek. Biraz durmak ve anlamaya çalışmak, yaşadığımız şu zamanda, insana “insan olarak” kıymet katacak. Özellikle içinde bulunduğumuz Korona günlerinin buna iyi bir zemin olabilir diye düşünüyorum. Daha doğrusu, düşünmek istiyorum. 50’li yaşlarının sonunda güzel bir hanımefendinin günlük ekran süresinin 8 buçuk saat olduğunu görünceye kadar ümitliydim. Sonra ümidim bir kuşun kanadında uçtu gitti. Ve daha dönmedi...

***

Ekran, geçmişte sadece televizyondu. Şimdi ise televizyon hâricinde telefon, bilgisayar, tablet… Göz ucuyla seyredilen ve dinlenen bir ekran yok artık. Tam tersine, bakılmak, kontrol edilmek zorunluluğu hissedilen, el alışkanlığından öteye bir durum söz konusu.

Ekranda izledikleri üzerinden bir gelecek tasavvuru oluşturan, henüz gelmemiş bu hayâlî gelecek yüzünden uykuları kaçan tanıdıklarım var. Yine bir dizi film şablonuna göre, iyiliği ve kötülüğü (kendince) tanımlamış, dahası inanmış, hikâye edilen karakter gibi geçmişiyle yüzleşmeye (daha doğrusu geçmişinden hıncını almaya) çalışan insanlar var. Diğer taraftan sunucuyu samîmiyetle sevdiğini söyleyen yaşlı teyze, “ibretlik olaylar” deyip izlediği programın ardından -gözlerinde yaşam enerjisi kalmadan- tam bir enkaza dönebiliyor. Hayatında tutunacağı en büyük şeyi, ümidini zedeliyor. Akla hayâle gelmeyen kötülüklere kendini mahkûm ediyor. Gelini torununun fotoğraflarını haftalık, aylık, bilmem (?) nasıl çektirmiyor diye içlenen ve üzülen anneanne-babaanneler var. Anlamakta değil, yazmakta dahi zorlandığım doğrudur. Şaka gibi… Hayatının mahremiyetini fütursuzca saçıp savuranlar olduğu gibi, bunun (bir şekilde) gerçekliğine ve normalliğine inananlar da var. Konuya nereden bakarsam bakayım, hep bir kör nokta içinde hapsoluyorum.

Hangi pencereden bakarsak bakalım, farklı dinamikler içinde şekillenen, aralarında uçurumlar olan, aynı mekânda ya da aynı coğrafyada yaşayan, diğerinden bîhaber olan kendimiz-ler-le yaşamaya alışıyor gibi görünüyoruz.

Kendimiz ile kendimizcilik oynuyoruz!

***

Büyüklerimizin hayatları boyunca âdeta damıtarak biriktirdiği tecrübeleri anlatamaz, bilge hikâyelere dönüşemez oldu. Çünkü onlar da ekranlara esir oldular!

Biz nasıl ve ne zaman bu kadar ayrı düştük? Ne zaman yaşlı-genç, güzel-çirkin, zengin-fakir, şehirli-köylü, âlim-cahil, dindar-dinsiz olduk? Bu ne yaman bir çelişkidir, bu neyin yokluğunun sonucudur?

Kervan yollarının kurulduğu, hem İslâm’ın, hem de insanlığın doğduğu topraklar, bu topraklar. Kusurların arandığını değil, örtüldüğünü biliriz. Açların doyurulduğunu, ihtiyaç sahibinin gözetildiğini, bakkal defterlerindeki veresiye hesaplarının hâlâ bilinmeyen kişilerce kapatıldığını gördüğümüz bir coğrafyanın evlâtlarıyız. Batı toplumlarının masallarında yer bulan ve ısrarla yaşatmaya çalıştıkları bazı karakterler, bizim yanı başımızda manav amca ya da komşu teyze olarak birebir tanıyıp bildiğimiz insanlar olarak hayatımızda varlar. Ve hâlâ sahici bir samîmiyet yaşamaktadır.

Sabah uyanacağım ve her şey başlamamış mı olacak? Çocukluğumdaki gibi, rüyalarımdaki gibi…