ADAM yanındakinin kulağına eğildi, belli belirsiz bir sesle konuştu, “Sakın gözlerini açma”. Çok keskin bir talimattı bu. Kulağına fısıldanan kişi, aldığı bu talimata harfiyen uymaya çalışsa da kirpikleri, içindeki heyecana meydan okur gibi kıpır kıpır hareket ediyordu. İç sesler nizama geçmişti bile. “Aç, kapa, kapa aç. Emir demiri keser, mücadeleye devam…”
Toplu taşımada takribi on yaşlarında bir çocuğun zihin ve kalp savaşı sürüyordu. Yanındaki ebeveynin belki normal hayatta itimat etmediği sözü, bilmediği bir gezegende kanun olmuyordu. Dahası “kendinden başkasını düşünme” mikrobu aşılanmıştı bir kere zihnine. “Bu devirde kendini korumayı öğrenmeli” diye çalıştırılan savunma mekanizması ne yazık ki basit bir aldanıştan başka bir şey olmayacaktı. “Heyhat! Kimse bana karışamaz. Önce gelen oturur…” sloganı, sonradan devşirilen bir karartıydı aslında.
Az ötede olaya şahit olan bir grup kadın başka bir tartışmanın eşiğinde, benzer kökten beslenen bir muhabbet sürdürüyordu. İçlerinden biri, “İnanır mısınız, çocuğun eline her gün beş yüz lira veriyormuş. Bazen de bu rakam bin lira oluyormuş, öyle okula gönderiyormuş çocuğunu…” deyince, şaşkınlığını gizleyemeyen kırk elli yaşları arasında bir diğer hanım, hazmedemediği bu bilgiyle nasıl mücadele edeceğini bilmiyor gibiydi. “Özel okul mu ki orası?” diye sordu ondan daha genç olanı. “Yok canım, ne özel okulu hani şu yokuşun başındaki okul var ya, ölen müdürün ismini vermişlerdi.” “Aa, bildim bildim, Mehmet Vefa Efendi…” Konuyla ne alakası vardı, bilmese de bir devlet okulunun ismini bilmekle mutlu olmuştu ikinci kadın. “Hah evet, işte orası” dedi konuyu açan. “Ee ne var ki bunda? Yani var ki veriyor ailesi” diyerek sessizliğini epeyce sürdüren daha genç üçüncü kadın sözü yarıladı. Aslında mevzua hallice girmeye hazır oluğu ses tonundan da anlaşılıyordu. Konuyu açan kadın tekrar söze girdi: “Nasıl ne var bacım? Alan var, alamayan var? Varsa gitsin dışarda harcasın?” “Yani abartmıyor musunuz? Alan alanla, alamayan alamayanla olsun!” “Ne müthiş biz çözüm!” Beş altı kişilik kadın grubunda gençlerin okuldaki tutumlarının sosyolojik değerlendirmesi bu diyaloglarla sürüyordu. Hanımlar henüz bunun farkında değillerdi belki ama değiştirilmeye çalışılan kültürel ve manevî olguların ufak bir sonucunu çoktan masaya yatırmışlardı.
Gerek otobüste bir büyüğüne yer vermemek için zorla uyutulmaya çalışılan çocuklar, gerekse kantinde ya da arkadaş çevresinde bir ailenin günlük ihtiyacı karşılayacak kadar bir parayı abur cubura yatıran gençler bu toplumda kökenine ait olmayan belli başlı hareketleri sergiliyorlardı. Özgürlük kisvesi altında bireysel gözüken davranışların sosyal dokuya zarar verdiğinden habersizce “Herkes istediğini yapmakta serbest” sakızını çiğniyorlardı. İşin kötü yanı, o sakız herkes tarafından çiğnenen garip bir şeye dönüşmüştü.
Peki, neydi bu sosyal doku? Gündemde ve güncelde yeri var mıdır? Dinî olarak bir geçerliliği ne olabilirdi? Bireyleri neden bu kadar etkiliyordur?
Sözlükte bu iki kavramı tek parçada bulmak biraz zor. Sosyal “toplulukla ilgili, toplumsal olan şey” demek iken, doku “bir bütünün yapısı, dinamikleri” demektir. Kavramı kendimleştirsem de sosyal doku bir toplumun dinamikleri, vazgeçilmezleri, o toplumu toplum yapan değerleridir. Gerek insanî gerek imanî sorumluklarımızı hatırlatan bizi biz yapan değerler, aynı zamanda bizi ayakta tutan temel taşlardır.
Birkaç kural ya da kanunla halledilebilecek konu, kurallar kalkınca ne olurdu? Meselâ herkes istediği gibi çöpünü yere atsa, trafik ışıklarını kimse umursamasa, ambulansların geçiş önceliği olmasa ne olur? Sonuçta çöp atmak özgür bireyler için serbest bir eylem, kırmızı ışıkta geçmek de hakeza öyle -cezası olsa da-, ambulanslar da nihayetinde araç sayılır diyerek emniyet şeridi iptal edilse! Ve kimse özgür özgür yol vermese! Sanırım yaşanılacak kaosu herkes hayal edebilmiştir. Böyle bir durumda kokusu yayılan sadece sokaklar değil insanlığın ruhu olacaktır.
İşte sosyal doku dediğimiz zaman herkesin bireysel özgürlüklerini durup düşünmesi gerekmektedir. Yeni nesle aşılanan “Ben yaşamadım o yaşasın” nasihatlerinin sosyal dokuya verdiği zararları, nasihati alan kişiye de vurulan bir darbe olduğunu, bencilleşen, sadece kendi hazzına odaklanan gençlere ya da topluma bakarak da görebiliriz. İstedim yaptım, sen yeter ki iste reklâmlarının da bir getirisiydi belki de!
Yaklaşık on, on beş yıl önce bir hocadan “Trafikte de Müslümanız” diye bir ders dinlemiştim. Tabii o zamanlar trafikle teşviki mesaim oldukça mesafeli idi. Uzun süre anlayamadım. “Bunun aksi mümkün mü?” gibi içten içe reddiyeler gönderdim. Gel zaman git zaman ne zaman ki mevzuun tam ortasında buldum kendimi, kenarda bırakılan araçlarda oluşan çiziklerin müsebbibi ortada yokken şeritler ihmal ediliyor, sinyalsiz sollamalar cirit atıyorken bu sözün ne büyük bir motto olduğunu anlamıştım. Sadece trafikte mi? Komşuyken, esnafken, müşteri iken, sırada beklerken, fırında ekmek alıp marketten meyve seçerken, hayatın her alanında hatırlamamız gereken sade bir gerçeklikmiş. Kötülüğünden emin olunmayan kötü olarak tanımlanırken, kendisinden emin olunamamak da bu kategorinin balında yer alıyordu. Kendim için istediğim şeyi başkası için istemem gerektiği gerçekliği, o şey kendi talebim olunca değerli olmamalıydı.
Vücut sisteminde bile doku uyumsuzluğu kişiyi hasta eden hatta hastalık sonucu ölümüne sebep olan bir durumdur. Dışarıdan gelen şey ile uyuşmadığında onu yabancı olarak tanımlayıp reddeden bir sistemimiz var bizim. Hâl böyle olunca bilmeliyiz ki bize ait olmayan eylemlerin ve söylemlerin arkasında saklı olan kaynak bizim dokumuza ait değil. Nerede bireyselleşme, sadece keyfi olarak kendinden başkasını düşünmeme (bencilleşme), sözü ve eylemi birbirinden zıt olması var ise orada bir şeyler ters gidiyor demektir.
Otobüste uyutulan çocuğun, büyüklerimize saygı göstermek bizim ahlâkımızdandır diyerek uyandırılması, yaşça büyük olanların her ne yaparsa yapsın bir çocuğa merhametle yaklaşmanın onun sünneti olduğunu hatırlaması, bankları, dükkân kapılarını boyayan, okul sıralarını kazıyan delikanlılara, emanete sahip çıkmanın değerinin anlatılması, kantinde harcamak için verilen parayı sevdiği şeylerden vermenin güzelliği ya da komşusu açken tok yatanın hazin sonunun aktarılması nesiller arası değer aktarımıdır.
Bizim kültürümüzün temeli İslâm’dır. İslâm kültüründe özellikle toplumsal yaşantının sekteye uğramaması ve başka kaynaklardan etkilenmemesi için oluşturulan bir ilim dalı bile vardır. Fıkıh ilmi tam da burada devreye girerek her türlü soruya ve soruna cevap verebilmektedir. Oldukça zengin içeriği ve kişiye de uygun çözümleri olan bu alan günümüzde maalesef sadece belli başlıklar altında değerlendirilmektedir. Hâlbuki tam da ihtiyacımız olan sosyal dokunun nefes alabildiği ve salahiyetini koruduğu bir alandır.
Velhasıl insanın başıboş yaratılmadığı gerçeği özgürlük karşıtı bir bilgi değildir. Üstüne üstelik bu hakikatin yaptırımı kişinin savrulmasını da engellemekte, onu daha kaliteli bir makama taşımaktadır. Bizler, birbirimiz dahi sevmeden ebedî huzura kavuşamayacak olduğuna inananlar, gerçekten iman ettiğimizde, birbirimize verdiğimiz selamın hükmü bile değişecektir.



