Sosyal dokunun karadelikleri

Toplumun sosyal, siyasal ve merkezî iktidar nezdinde analizlerine çözüm arayışları, makro ölçekteki bilimsel çerçeveden yapılmaktadır. Son birkaç yıldır bunun eksikliği anlaşılmış olmalı ki mikro ölçeğe odaklanılmış görünüyor. Çünkü bir TV kanalında bizzat Dışişleri Bakanı, bu konunun öneminden bahsetti. Bu harika bir atılımdır ancak sayılarının azlığı gözlerden ırak değildir.

TÜRKİYE her şeye rağmen yoluna devam ediyor ancak istenen düzeye erişmek hiçbir şey kolay görünmüyor. Zira sadakat, liyakat ve istişare gibi anahtarların hangi kapıları açtığını iyi görmek gerekiyor. Ayrıca asrın idrakini iyi okumadan kalıcı çözüm üretmek de mümkün görünmüyor. Bu nedenle Türkiye’de sosyal, siyâsî ve merkezî otoritenin bilimsel veriler ışığında mikro ve makro ölçekte doğru analizlere ihtiyacı var.

Türkiye’nin sosyal olaylarda analiz penceresinde dört farklı yol görünüyor: Birincisi çevrenin elemanları, ikincisi çevrenin merkezde yer edinememesi, üçüncüsü akademinin gündelik sorunlara yeni çözüm önerilerinin yetersiz oluşu ve dördüncüsü de bürokrasinin gelecek kaygıları/yatırımları.

Birincide mevcut sosyal, siyâsî ve merkezi otoritenin daha çok çevre ve kırsalın omuzlarında yükselmiş olması ve hâlen bu durumun devam ettiği gerçeğidir. Bu durum artık süreci “mecburiyet gibi” bir pencereden izliyor. Zira aş pişmez, tencere kaynamazsa işler sıkıntıya girer.

1992 yılında siyasilerin büyük çoğunluğu enflasyon üzerinden oy devşirmesi yaparlardı. O zamanlarda enflasyon yüzde 42 civanındaydı. Enflasyonu yenemeyen, zor iktidar olurdu. Şimdiki enflasyonu düşününce iki durum ortaya çıkıyor: İlk olarak milletin enflasyondan rahatsızlığının varlığı ancak 1992’lere göre ve enflasyona rağmen millî iradenin bir durumda kararlı duruşunun önemli olduğu gerçeğini görmeliyiz. Bunun da en büyük nedeni vatan, bayrak ve toprakların içeriden ve dışarıdan tehdit ediliyor olmasıdır.

İkinci durum ise, her şeye ve ekonomik sıkıntılara rağmen cadde ve sokaklar otomobil dolu; ev, arsa yatırımı yapanlar var. Ekonomik hareketlilik enflasyona rağmen ilerliyor. Bu durum ise 1990 döneminden farklı olarak, enflasyona rağmen ekonominin kendi ayakları üzerinde durduğunun bir göstergesidir. Buna ilâve olarak diğer bir durum ise 2002 yılında köyden kentlere göç oranının yüzde 80’e varmış olmasıdır. Bu manzarayı şehre gelen ve köydeki imkânlarını bırakıp şehirde zincir market parmaklıklarının hapsini göğüsleyenler oluşturmaktadır. Bu bireyler toplumda sosyal, siyasal ve merkezî hükümeti belirlemeye devam ediyor.

Üçüncü durum analize muhtaç ve ciddî bir iş olarak ilgi bekliyor. Toplumun sosyal, siyasal ve merkezî hükümetini belirleyenlerin bürokraside yer edinememesidir bu. Ne gariptir ki, okuma oranları artsa ve tırnaklarıyla bir yerlere gelseler bile bu aziz kişiler toplumun yansıyan yüzü olamadılar. Bürokrasinin oranını değiştirecek potansiyelde olan bu kişiler bürokraside yok sayıldılar.

Yirmi yıldır bu aziz toplum, maalesef kenar mahalle çocukları gibi kalmaya devam ediyor. Bu kanayan yara ne gündeme geliyor, ne bir çare arayan oluyor, ne de bir akademik çalışma var hakkında. Bunu toplumu veya siyâsî yapıyı eleştirmek için yazmıyorum; Türkiye’nin sorunlarının kılcal damarlarında neler olduğunun görünmesi için yazıyorum. Çünkü birilerinin ciddî bir şekilde Müslüman Türklerden rahatsızlığı var. 1071 öncesine geri gitme arzusu var. Bu öyle bir arzu ki “Haçlılardan korkmayın” diyen bile oldu.

Dördüncüsü ise, akademinin bu tür olaylara bakışı, olayları yorumlayışı ve mesafeli duruşudur. Akademinin bu tür olaylardan, en azından mevcut sosyal, siyasal olaylar üzerinden fiilî olarak uzak durmasında haklılık payı var. Zira bu tür olaylara yön verenler maalesef kahve köşeleri, top koşturanlar ve ekonomik zenginliği olanlardır. Bu tür durumlar akademide sadece bir veri olarak kullanılabileceğinden, akademisyenler bu olaylardan uzak dururlar. Ancak akademinin sosyal, siyasal ve merkezî hükümet noktasında destekleyici ve sorunlara karşı çözüm önerilerine dair akademik çalışma yapmaları elzemdir. Bu konuda gelecek kaygısı taşıyan akademisyenler, bundan da uzak durma eğilimindedirler. Zira siyâsî değişiklik akademiyi doğrudan etkilediğinden, akademinin bu kaygısı haklı görünüyor.

Her şeye rağmen akademinin ülkeler bazında olduğu gibi Türkiye hakkında da eyleme dönüşebilecek ciddî çalışmalar yapması gerekir. Çünkü Türkiye, olay gerçekleştikten sonra analiz yeteneğini geliştirmekte mahirdir. Olaylar olmadan önce, fıtrî refleks gereği tepki vermeme ve olayları “hayra yorma” gibi geleneksel oluşumları informel olarak göstermektedir.

Sonuncu olarak bürokrasinin içler acısı hâli ortadadır. Siyasilerin değişimine göre kendisini ayarlamış, koltuk sevdasında olan ve şahsî menfaatlerini ilk sırada tutan yapıdan sıçrayış beklemek mümkün değildir. Yapı değiştiğinde, iki yıl gibi bir sürede 20 yıllık bütün kazanımlar gideceğinden, ona göre konuşlanan bürokratik bir yapıdan sorunlara can simidi olması beklenmemelidir. Her şeye burunlarını sokan, işler sıkıntıya girdiğinde ise hiçbir şeyden haberleri yokmuş gibi davranan bu yapı, maalesef 20 yıldır değiş(tiril)medi.

Bürokrasinin değişmemesi veya değiştirilmemesi fiziksel bir kanuna dayanır. Bütün cisimler/canlılar en düşük enerji durumunda ve en yüksek getiri seviyesini tercih etme eğilimindedirler. Siyâsî bir yapı, iktidara geldiğinde işlerin “kolay” yürümesi için mevcut yapıyı koruma eğilimine girebilir. Ancak bir dâvâ varsa ortada, o dâvâya hizmet edecek liyakatli bireylerin konuşlanması gerekir. Liyakat yerine sadakat tercih edildiği için, bürokrasinin ekmeğine yağ sürülmüş oluyor.

Toplumun sosyal, siyasal ve merkezî iktidar nezdinde analizlerine çözüm arayışları, makro ölçekteki bilimsel çerçeveden yapılmaktadır. Son birkaç yıldır bunun eksikliği anlaşılmış olmalı ki mikro ölçeğe odaklanılmış görünüyor. Çünkü bir TV kanalında bizzat Dışişleri Bakanı, bu konunun öneminden bahsetti. Bu harika bir atılımdır ancak sayılarının azlığı gözlerden ırak değildir.

Türkiye, bölgesinde kıskaca alınmaya çalışılan bir ülkedir. Sadakat ile gidilen yolda liyakat olmadan ilerlemenin mümkün olmadığı virajına girmiş bulunuyoruz. Ancak böyle bir aşamada savunma sanayiindeki hamleleri gerçekleştirenlerin tamamının teşekkürü hak ettiğini belirtmek gerekir. Zira dört tarafında savaş olan Türkiye’nin bugün her şeye rağmen bu yangına düşmemesi takdire şayandır. Bürokrasinin ve bazı söz sahiplerinin vidanın tanımını dahi bilmediği yerde savunma sanayii teknolojilerinin ülkeye nasıl bir değer kattığını anlamasını beklememek gerektir.

İstiklâl Marşı’mızdaki “Korkma” sözcüğü, aslında yukarıda sayılan olayların ve liyakat türü atamaların neden korkmadan yapılmasını da içerir. Bu coğrafyada korkarak bir yere varılamayacağını bir yirmi yıl sonunda tekrar anlıyoruz.

Dememiz o ki, Pandemi sürecinde sağlık alanındaki “Bilim Kurulu” gibi bir heyet, hemen her alana liyakat ölçüsünde yaygınlaştırılabilir. Bu heyet liyakatli kişilerden oluşturulup “know-how” çerçevesindeki üyeleri bir düzeyde görülebilir. Bilimsel verilerin hayata tatbiki bu heyet tarafından sunulabilir. Aksi durumlar kanayan yaraya çare olmayacak ve birer karadelik gibi varlığı kemirmeye devam edecektir.