AT izinin it izi önünde düğmelerini iliklediği bir çağdan
yazıyorum. Yapmakla yapmamak arasında kaldığım pek çok şeyde olduğu gibi bu
konuda da bir şeyler gevelememin gerekip gerekmediğini takrîben beş dakika
düşündüm ve her zaman olduğu gibi çok da düşünmeden yapmaya karar verdim.
Bu defa inanılmaz ama eli hamur kokan Hanife teyzelerin
minnoşluklarından bahsetmeyeceğim. Methiyeler düzmeyeceğim ve hattâ türküler
söylemeyeceğim.
Sanılmasın ki “Hû” diyen bozkırlardan, uğuldayan
baykuşlardan ve hattâ Zerdüştlükten vazgeçtim. Belki de sadece incindim. Ait
olduğum her yerden kovulunca fark ettim: Ait olduğum her yer, benim aslında!
Durun, durun, korkmayın! Hallâc’a imrenmedim. Sadece darağacında
sallandırılmamak için mübalağamı hafiflettim. Oysa gerek yoktu bu kadar uzun
bir girizgâha. Yine de kolay değil sevilmek arzusuyla dört bir yana saldıran,
ancak daha çok savrulan ve asla aymayan bir kavganın orta yerinde sararan
yapraklara şiirler söylemek. Düğünlerde döndürülen semâzenlerin gözlerinin
içine baka baka deyişlere gönül vermek... Gönlün olanca ağırlığıyla belki de yalnızca
bir inşirah beklerken, gerçekten kolay değil muasır medeniyetler seviyesine
erişmek.
Fakat hâlâ ümit var. Çünkü inanılmaz olsa da deli deliyi
dakikada buluyor hâlâ. Gözbebeklerinden tanışlar. Evet, tanış! Böyle deyince tabiî
ki yine, yine ve yine hiç havalı olmadı. Keşke şeytan taşlamak için ilk taş
paketi satıldığında Mekke’de, hemen bir miting düzenleseydik ve kimliksizliğin
pençesinde boğulan herkesi davet etseydik. Belki sahiden tanış olma şansımız
olurdu ve biterdi bu yarış. Böylece küçük şehirlerdeki varsıl ailelerin okuyup
adam olsun diye büyük şehre gönderdiği çocukları, kendini zengin zanneden
çocukları dört bir yanımıza nargileci açmaz ve oralarda ellerindeki tespihlerle
ne çektiği belli olmayan sahte Kiziroğlu Mustafa Beyler hayırlı eş aramazlardı.
Ya da yalnızca satın alabildikleriyle kendilerini ifade edebilen kayıp insanlar,
ahlâk satmaya başlamazlardı. Başlamazlardı da, dört bir yanımızı sarmazdı bu
kadar ayıp.
Hakikaten, nereden türedi bunlar? Hep o Hobbes yaptı
bunları! Evet, Thomas Hobbes... Yazdı, yazdı, bitiremedi be! “İnsan insanın
kurdudur” diye diye zehirledi dünyayı. Yine de “Leviathan”ın en sarsıcı
başyapıt olduğunu kabul etmezsek çarpılırız. Hâlbuki salatayı ortadan yemeye
alışmışız, nasıl ayıracağız o toplum sözleşmesinin bileşenlerini Allah aşkına?
Nasıl anlatacağız insanın insana yurt olsun diye yaratıldığını, en popüler
olanın her zaman en iyisi olmadığını, olamayacağını, saklı cennetleri, şiirli
geceleri, sevenin sevdiğine sevdiğini söylemediği her dakikanın nefesimizi
kestiğini?
Onlar kazançları biraz yükselince satın alabildikleri herhangi
bir metadan saatlerce bahsedince sınıf atlayabileceklerini zannederlerken,
marka çantamdan utandığım o geceyi nasıl anlatacağım? “Adam, aldırma da geç
git!” diyemem, aldırırım! Çünkü onlar her şeyde hakkı olduğunu zanneden
herhangi birileri ve bunun hafifletilecek herhangi bir yanı yok. Daha nazik bir
ifadesi yok. Ancak bu konunun kendini çok özel zannetmekle ilgili kekremsi bir
yanı daha var. Ve farklı olmaya çalışırken, her geçen gün daha fazla
dogmalaştırdıkları doğrularını kafamıza savuranlarla ayrıca derdim var.
Çok değil, sadece elli yıl önce, insanların hayatla ya da
varoluşuyla ilgili bir dünya görüşü vardı. Doğru ya da yanlıştı, ne kadar
insancıldı. Şimdi “Bizi bize kırdırdılar” diyorlar ama içinde barındırdığı tüm
çelişkilere rağmen sağcıların da, solcuların da bir yaşam felsefesi vardı. İnsanlar,
kendilerini başkalarının kategorize etmesine müsaade etmeden, bizâtihî ayrıştırıp
bir kutunun içine koyup yaşamını idâme ettirebiliyorlardı. Şimdi öyle değil!
Şimdi hep başkaları karar veriyor kutumuzun rengine. Biz
hiçbir kutuyu beğenmeyip, rengârenk boyanınca da bozulup saldırıyorlar
üzerimize. Saldırın, ne çıkar? “Benim iman dolu göğsüm gibi serhâddim var.
Ulusun, korkma, nasıl böyle bir imanı boğar ‘Medeniyet’ dediğin tek dişi kalmış
canavar?” Âkif ne güzel adam, değil mi?! Ne zaman sıkışsam imdadıma yetişiyor.
Her defasında da beni kurtarıyor.
Âkif Bey, söylesene daha kaç defa sürüleceğiz? Daha kaç
iftiraya göğüs gereceğiz birlikte? Kendi çöplüğünde bile ithâl yem yemekten
sesi cılız çıkmaya başlayan horozları ne zaman keseceğiz?
Bundan takriben, ben diyeyim “beş”, sen de “on” yıl önce,
felsefe dersindeydik… Arkadaşım sordu: “Ben Atatürk’ü seviyorum ama annem
kapalı. Benim görüşüm ne?” O yaşlar, onay almadan adım atmaya cesaret
edemememizin normal değerlendirilebileceği yaşlar olduğu için, bu cümleye şimdilik
nefret kusmayacağım. Öğretmen cevap verdi: “Sosyal demokratsın…”
Karar verdi, etiketledi ve kutusuna koydu arkadaşımı.
Oysa dostum, sen en iyi özel okullardan birinde ve aynı gelir düzeyine sahip
ailelerin çocuklarıyla okurken ne kadar sosyal olabilirdin, ne kadar demokrat? Olsan
olsan, burjuva olurdun… Ki o bile olamazdın, çünkü sınıf atlamaya çok yaklaşan
ailen, tekstilci krizinden sonra muhtemelen iflâs etti. Ve Fransa’da da değildik.
Yurtdışında yaşayan akrabaların da sana sınıf atlatamazdı. Eskidendi o
Almanya’daki akrabaların her memleket ziyaretinde farklı bir Mercedes’le yurda
döndüğü zamanlar. Şimdi senin için yapabilecekleri maksimum iyilik, pahalı bir
botu Türkiye’ye kargolamak olabilir. Ama tabiî ki bunu sana söylemediler ve sen,
orta direğin yükselen gururu olan en arkadaşlarınla kendini zengin zannetmeye
devam ettin. En sevdiğin dostların ise küçük şehirlerin varsıl ailelerinin büyük
şehre kendini özel zannetsin diye yolladığı çocukları oldu. Bu yüzden ne sınıf
atlayabildin, ne sosyal olabildin, ne de demokrat. Belki bir Instagram
fenomeni? Sahi söyle, oldun mu? Fenomenliği kastetmiyorum, demokrat yani…
Olabildin mi?
Fenomenler yaşamak için bir sebep bulabildiler. Sen
bulamadın ki… Her geçen gün avuçlarında patlayan mutsuzluklarına zaman zaman gülmüyor
değilim. Zira benim de nefsim var. Yine de sınıf atlama merakına yenik düşen
herhangi birinin dahi üzerimde hakkı var.
Çok agresif oldu, bu yazının biraz sükûnete ihtiyacı var.
Bu şiardan hareketle, söylenmemiş şarkıları da en çok biz söyleyeceğiz. “Biz”
dedim yine. Kim soktu bu toplum bilincini bendime? Çekilin şuradan, Y kuşağıyım
ben be! Fevriyim. Asiyim. Özgüvenliyim. Tüketiciyim. Tüketiciyim. Tüketiciyim…
Genellemeler suratıma suratıma haykırıldığında aslında daha
çok iticiyim. Çünkü her birey kendi özelinde başka bir dünya. Aslında her biri
başka bir travma… Bu yüzden genellemeleri sevmiyoruz. Ve ne kadar tüketirsek
tüketelim, katiyen insan tüketmiyoruz. Daha çok kahve tüketiyoruz; çünkü
kahvenin hatırı var. Kırk yıl kadar... Tamam mı?
Keşke benim de olsa takipçim makyaj yapan fenomenler kadar. Ne yazık ki hezeyanlarım para etmiyor büyük hissedilen kutular kadar. Adamlar’ın bu konuya ilişkin ve Mevlâna’nın kemiklerini sızlatacak çok güzel bir şarkısı var. Yine de incitmiyor düğünlerde dönen semâzenler kadar: “Alevler içindeyim, âlemler içinde./ Âşık olan çekiyor, hayat durmuyor acele./ Ben kendi yoluma bakarım, ‘Gel’ demiyorum./ Sen de gelme, istemiyorum.”