Sosyal bir çelişki: Mümince inanmak, Firavunca yaşamak

Firavun’un -Kızıldeniz’de tam boğulmak üzereyken- “Ben Mûsâ’nın Allah’ına inanıyorum” şeklindeki sözü, geçerliliği olmayan bir iman hükmündedir ve bu yüzden Firavun cehennemi boylamıştır. Buğra’nın romanında, işte böylesi Firavun imanına sahip tipler sembolleştirilmiştir ki bu, harika bir tespit ve tahlildir.

CUMHURİYET dönemi Türk fikriyat ve edebiyatının unutulmaz üç önemli ismini yeni nesiller pek hatırlamazlar. “Saatleri Ayarlama Enstitüsü” adlı romanı ile Ahmet Hamdi Tanpınar, “Yalnızız” ve “Matmazel Noralya’nın Koltuğu” romanları ile Peyami Safa ve de İstiklâl Harbi ile Cumhuriyet’in kuruluş yıllarını “Küçük Ağa” adlı eseri ile romanlaştıran Tarık Buğra, kalemleriyle hem edebiyatımızda müstesna bir iz bırakmışlar, hem de toplumsal zihinlerde unutulmaz yer tutmuşlardır.

Merhum Tarık Buğra, tarihî eseriyle özellikle Cumhuriyet’in erken dönemini benzersiz biçimde ele almış ve romanlaştırmıştır. Usta ve gerçekçi bir kalem… Anadolu insanı ve dönemin kanaat önderlerinin bakışını yansıtan “Küçük Ağa” romanı, rahmetli Yücel Çakmaklı tarafından dizi olarak TRT’de yayınlanmış ve büyük bir ilgiye mazhar olmuştur.

Aslında Tarık Buğra’nın en az Küçük Ağa kadar beğenilen ve benimsenen “Firavunun İmanı” adlı eseri, tarihî romanlar içinde ayrı bir yere sahip, kayda değer ve okunması gerekli bir romandır. Yunanların Polatlı’ya kadar geldikleri günleri anlatan roman, Kurtuluş Savaşı ve o savaş döneminde çevrilen dalaverelerin nasıl bir arada hayat bulduğunu, yaşandığını ve ahalinin olanları nasıl algıladığını harika anlatmaktadır. Aslında Millî Mücadele dönemini gerçek anlamda Tarık Buğra’nın eserlerinden okumanın ayrı bir zevki vardır.

Roman yazarları, genellikle müşahede ve düşüncelerini toplumsal olaylar çerçevesinde eserlerine yansıtırlarken sembollerden yararlanırlar. Tarık Buğra’nın “Firavunun İmanı” romanı, bir bakıma semboller romanıdır. “İmansızlığın” sembolü Firavun prototipi ile kutsiyet ifade eden ve derin anlamları bulunan “iman” gibi bir kavramın roman çerçevesinde yan yana getirilmesi ve edebî bir metin içinde ele alınıp işlenmesi, bir yazar için müthiş bir sanatkârlık ve ustalıktır.

Rahmetli Buğra yaşasaydı, günümüzde mümince inanıp Firavunca hayat sürenleri, Firavunluğu bir hayat telâkkisi sayanları nasıl sembolleştirirdi, doğrusu üzerinde düşünülmeye değer… Günümüzde biraz Müslüman, biraz Firavun karışımı anlayış ve davranışla toplumsal bir çöküntüye doğru yol alınmaktadır. Tehlikenin önlenmesi için tez elden, sadece yasal düzenlemeler değil, biraz da edebiyat yani roman yazarlarına görev düşmektedir. Yarının nesillerinin bugünü anlayabilmeleri için güçlü kalemlere ihtiyaç bulunmaktadır.

“Mümin”; kayıtsız şartsız, hiçbir tereddüt, şek ve şüpheye yer bırakmadan Allah’a mutlak iman ve itaati ifade eder. İman sahibine “mümin” denir. Mümini öteki insanlardan ayıran en önemli vasıf, Allah’ın emir ve yasaklarına mutlak itaat ve bunu hayat tarzı kabul etmesidir. Müminin nitelikleri ile sınırları Kur’ân ve hadîslerle belirlenmiştir. Mümin, Kur’ân ve Sünnetin çizdiği yolda, ebedî âhiret yurduna emin adımlarla yürüyen insandır. Küfrün şaşaalı ve tantanalı görüntüleri onu yolundan asla çeviremez ve alıkoyamaz.

Tevhid akîdesinin temel cümlesini yani “Lâ-ilâhe illâ-Allah, Muhammedü’r-Resûlullah” dedikten sonra istikrar ve “Sırat-ı Mustakim” üzere yaşar. O sebeple mümin katiyen yalan söylemez, harama bakmaz, Allah’ın emir ve yasaklarının hayatın bütün alanlarının kapsama alanı olduğunu bilir ve öyle inanır.

Sosyal hayatın bütünlüğü içinde inancını yaşamak mecburiyetinde olan mümin, aynı zamanda öteki müminlerle ilişkilerinde de hassasiyetle Kur’ân çizgisine riâyet eder. İslâm toplumunda sosyal hayatın ve ilişkilerin temel ilke ve kurallarını kalın çizgilerle Kur’ân ve Sünnet çizmiştir. Hazreti Peygamber’in tanımı ile söylemek gerekirse, “Mümin, öteki müminlerin elinden ve dilinden emin olduğu kimsedir”. Sadece bu tanımla bile mümin ele alındığında, müthiş bir realiteyle yüz yüze gelinmektedir.

Sosyal hayatın merkezinde bulunan insan ve insan ilişkilerinde iki organ önemlidir: El ve dil... İnsan insana ya eliyle, ya diliyle faydalı olur veya zarar verir. O sebeple Hazreti Peygamber, müminin tanımında özellikle bu iki organı kullanmıştır.

İnsan davranışlarının bütünlüğü çerçevesinde “tevazu” ve “hoşgörü” ise ayrı bir tutmaktadır. Tevazuun zıddı olan “kibir”, mümin vasfının en büyük düşmanıdır. Başta Kur’ân-ı Kerîm olmak üzere hadîslerde kibir yasaklanmış, ondan uzak durulması emredilmiştir. Kibrin Kur’ân’da “Firavun” sembolü ile ifade edilmesinin ayrı bir anlamı bulunmaktadır. Çünkü Firavun; kibrin, zulmün ve azgınlığın prototipidir.

Yazının girişinde atıf yapılan “Firavun İmanı” adlı eserdeki tasvir, hem yol gösterici, hem de Firavun tiplerine karşı birer ikazdır. Firavun’un -Kızıldeniz’de tam boğulmak üzereyken- “Ben Mûsâ’nın Allah’ına inanıyorum” şeklindeki sözü, geçerliliği olmayan bir iman hükmündedir ve bu yüzden Firavun cehennemi boylamıştır. Buğra’nın romanında, işte böylesi Firavun imanına sahip tipler sembolleştirilmiştir ki bu, harika bir tespit ve tahlildir.

Günümüz romancılarına bu yönüyle büyük görev düşüyor. Mümin gibi davranan ama Firavun gibi yaşayan çok, ama pek çok insan toplumda boy gösteriyor. Bir hadîsi-i şerifte Yüce Peygamber, “Müminin ferasetinden (keskin bakış) sakının, çünkü o Allah’ın nûruyla bakar” buyurmaktadır. Batı emperyalizminin kararttığı bir dünyada yaşayan müminlerin bu hadîste bahsedilen keskin bakışlarıyla küfrün karanlık perdesini yırtmaları gerekmektedir. Biraz Müslümanlık, biraz Hıristiyanlık bir arada olmaz. Ya tam, ya hiç! Hepsi bu kadar!