Sorunlar çarkında eğitim

Ödevler konusunda farklı düşündüğümü ifade ettiğim zamanlarda öğretmenden çok diğer velilerden tepki alan ve veli olma, çocuğunu eğitme sorumluluğunu kabul etmeyen biri olarak algılandığımı da belirtmek isterim. Şu kısacık deneyimde öğrendim ki, konuyu sadece muhatabı ile konuşmak gerekiyor. Polemik yaratacak, neyi ne kadar anlayacağı belli olmayan kocaman bir kitlenin içinde yorum yapmak, kesinlikle istemediğiniz sonuçlar doğuruyor.

MESLEĞİNİ icra etmeyen, ancak yüreği hep hayatın içindeki eğitimi yakalama romantizminde olan (böyle ifade ediyorum, zira böyle büyük bir iddiayı gerçekleştirecek ciddiyette yaşayamıyorum maalesef), en yakınları eğitim camiasında bulunan, işlerim itibarı ile sürekli muhatap olduğum ve gözlediğim eğitim dünyasına bu yıl veli sıfatı ile de katılmış biri olarak endişe ve umutlarımı paylaşmak isterim.

Yakınlarımın eğitim geçmişleri özel eğitim kurumlarını ve çalışma şartları gereği ile de devlet okullarını farkı bir noktadan gözleme şansım oldu hep. Aksamalar yüreğimi bunalttığında, gençlerin ve eğitimcilerin çıkmazlarını gördüğümde ve eğitim söz konusu olduğunda bütün safların yaşadıklarını yine bu sayfalar aracılığı ile ifade etmeye çalıştım yıllardır. Oldukça kapsamlı dosyalar hazırlanmalı belki gence, öğretmene, idareciye ve idareciye yön veren mâkâmların tutum ve politikalarına dair.

Bir yazıda neye yoğunlaşsanız eksik oluyor, ifadeler kâfi gelmiyor. Ama bütün toplumu ilgilendiren böyle bir konuda -yetersiz de olsa- bazen muhatapsız da kalsa ifade etmek şart oluyor.

Önce yeni tecrübe ettiğim “veli” olmak durumunu paylaşmak isterim. Zor imiş dostlar! En sevdiğinizin yetişmesi için elinizden geleni yapıp mevcut şartlar altında “en iyi seçenek” araştırması ile başlayan serüven, ödev, sorumluluk, veli-öğretmen, veli-veli ve veli-idareci ilişkisi gelişimi açısından ilginç bir vaha.

Bir yandan oyun çağındaki çocuğun öğrenme kapasitesi bakımından zirvede olduğu yıllar boş geçmesin istiyor, bir yandan ruhunun oyunla ve hızlanma zorunluluğu olmadan yaşanacak deneyimlerle gelişebileceğini biliyorsunuz. Bugün modern bilimin temsilcileri de diyorlar ya “Kapasite, zihnin o anki durumuna bağlı” diye, kaygıdan uzak ve kıyaslama olmadan yaşanacak, ruhun akıl ile eş hızda gidebildiği bir ortamın olmadığını söyleyebilirim -en azından şu anki yaşadığımız süreçte-.

Sisteme ayak uydurmuş veli anlayışı sorunu

Diğerlerinin nerede olduğuna aldırmaksızın öğrenebilme zevkini yaşasın istediğiniz çocuğu sırf bu yoğunlaşmadan kaynaklı şekilde geride kalma ihtimâlinde kapılabileceği “beceriksizlik, yapamama ve anlamama” duygularından uzak tutmaya çalışıyorsunuz. Bu yaşlarda kendisinin yahut bir arkadaşının, öğretmenin yapıştıracağı etiketi yalan yanlış sahiplenmesinin doğuracağı sonuçlardan korkup “Hadi!” diyerek yol almasını sağlıyorsunuz. Bu süreçte “Hadi!”, söyleyeni de, işiteni de yoran bir kelime ve ikisinin de sevmediği, iletişimi sekteye uğratan bir hitap.

Ödevler konusunda farklı düşündüğümü ifade ettiğim zamanlarda öğretmenden çok diğer velilerden tepki alan ve veli olma, çocuğunu eğitme sorumluluğunu kabul etmeyen biri olarak algılandığımı da belirtmek isterim. Şu kısacık deneyimde öğrendim ki, konuyu sadece muhatabı ile konuşmak gerekiyor. Polemik yaratacak, neyi ne kadar anlayacağı belli olmayan kocaman bir kitlenin içinde yorum yapmak, kesinlikle istemediğiniz sonuçlar doğuruyor. “Kocaman” diyorum, çünkü bizim deneyimimiz, üçü dil bilmeyen yabancı uyruklu olmak üzere kırk üç kişilik bir sınıfta başladı.

Çocukların ev çalışmalarını zaman zaman baskı altında kalarak yaptıklarını ve bu baskının öğrenme üzerinde olumsuz bir etki yaratacağını anlatmak, hiç tanımadığınız, hikâyesini bilmediğiniz insanlar söz konusu olduğunda hiç kolay değil. Eksiksiz gitmek isteyen bir öğrencinin kapanmak olan gözlerindeki gözyaşlarını silerek yazmaya çalıştığı yazının okulu ve öğrenmeyi sevmesine engel olacağını da...

Biz şanslı gruptanız; zira her türlü zorluğa rağmen, başta da sözünü ettiğim imkânlar sınırında seçim şansı bulmuş insanlarız. Gülümseyen, gözlerinin içi gülen ve çocukları çok seven bir öğretmenle başladı ilkokul serüvenimiz. “Gülümseyen”, diyorum çünkü kızım başka sınıflarda gördüğü bazı öğretmenlerin hiç gülümsemediğini anlatınca onun da benim kadar bunu önemsediğini anlayabiliyorum. Şanslıyız, zira öğretmenimiz çocukların kendi emeklerinin, çizgilerinin, çabasının önemini bilen ve destekleyen biri. Velileri ve çocukları bu doğrultuda yönlendirme çabası takdire şâyan!

Ancak eğitimde toplum olarak çok şanslı olduğumuzu söyleyemeyeceğim. Hizmet alan ve veren olarak tüm tarafların çok ciddî sıkıntılarla uğraştığı ve bir arpa boyu gidemediğimiz bunca yılın ardından makûs talihimizi değiştirebilecek bir bakanı var nihayet Millî Eğitim camiasının. Bunca yıldır biriken sorunları değişen dinamiklere ama değişmeyen alışkanlıklara rağmen çözmek, zaman alacak kuşkusuz! Ama acil müdahale gerektiren konularda ciddî bir performans bekliyoruz. Başka çâremiz yok!

40 dakika teneffüsün derinliksizliği

Bu yıl Antalya’da pilot uygulama olarak başlanan “40 dakika ders, 40 dakika teneffüs” uygulamasının görülen sorun yahut alınan sonuçları hakkında bilgilendirme yapılacak mı, bilmiyorum. Fizikî imkânlar zaten yetersiz, malûmunuz. Şehrin merkezinde çok talep gören bir devlet okulunda, sınıfların ideal sayının çok üstünde olduğu bir ortamda, on dakikalık teneffüste çocukların beton zemin üstünde güneşte, yağmurda, kişi başı iki adım düşmeyecek bir alanda volta atarak geçirdikleri zamanın hava almak dışında hiçbir işe yaramadığını görüyorum. Diğerlerinin durumu farklı değil. Çoğu okulda gölge bile etmeyecek şekilde yer alan birkaç ağaç dışında yeşil alan yok, küçücük çıplak bahçeler var. Aşırı soğukta çocuklar üşümesin diye alınan kapalı alanda adım atacak yer kalmıyor ki nitelikli oyunlar oynanabilsin.

Fizikî şartlardan daha önemlisi, uygulamanın mahiyeti! Bir öğrenci kırk dakikalık derste öğretmeni ile olacak, ardından aynı süreci “usta eğitici” ile geçirecek. Özellikle meslek yahut Kur’ân eğitiminde gördüğümüz sorunların çoğu, usta eğiticilerin pedagoji ve doğru eğitim yöntemlerinden uzak olmalarından kaynaklanıyorken, milyonlarca öğrenciyi usta eğiticilerin eline bırakmak, “Merhametli ve öğrenmeye açık biri gelsin” diye duâ etmek demek hizmet alan bizlerin cephesinde.

Öğretmenlik, ciddî bir eğitimin yanında, ancak deneyim ile ve sürekli öğrenme şartı ile etkinleşen, derinleşilebilen bir meslek. İnsanla muhatap olunan her alanda böyle. Öğretmenliği daha kritik hâle getiren, zorunlu eğitimde söz konusu bireylerin yaşı. Öğrenme potansiyelinin zirvesinde yalnız aklın değil, ruhun besleneceği bir çağda, kişiliğin oluşumunu şekillendirmek demek... Çocuğa, gence dokunacak her şey. Onunla muhatap olacak her kişinin, dünyasına giren her olayın bir domino taşı gibi bir anda her şeyi yıkabilecek güçte olabileceğini, olumlu bir küçük hareketin kocaman bir değerler inşâsına sebep olabileceğini unutmamak gerek.

Performans ve sair işlerle zorlamalara tâbi tutulmadan gerçek ve özgür kazanımların elde edilmesi yolunda bir felsefe hayata geçmeliyken, çocuklara yanlış örnek olabilecek ve yeterli donanıma sahip olmayan insanlarla ne yapılır, bunun sonucu ne olur? Bu soru ciddî şekilde tartışılmalı! Yok, zaten sürekli çalışmaya sevk edilen “anne kadınların” işten geç çıkmalarının zorunlu bir sonucu olarak çocuğu akşama kadar okulda tutma plânı yahut yan kazançlardan biri olarak görülüyor ise, bu proje bir kez daha düşünülmeli!

Zaten ergenlik itibariyle arkadaş ve dış çevre yönelimi artacak olan gencin aile ile geçirdiği zamanı arttırmak yerine böyle çözümler bulmak, yaranın kabuğunu kaldırmak değil mi?

Aile, eğitim ve çözülen değerlerimiz... Artık geldiğimiz noktayı ve sorunlarımızı görmezden gelemeyiz. Artan şiddet eğilimi, boşanma oranları, depresif gençlik, madde ve ekran bağımlılığındaki yükselen oranlar birbirinden bağımsız sorunlar değil ve kapsayıcı çözümler alınmazsa hızını kesmek mümkün olmayacak. Değerler aktarımında sorun yaşadığımız ortadayken, kültürel çözünme ve teknolojik gelişimler karşısında da anne baba olarak çıkmazdayız. Deneyimimiz yetersiz. Okul serüveninde destek olmakta dahi güçlük çekerken, veli olmanın tüm sorumluluğunu almaya hazırız. Ancak yeni sorunlar üretecek yeni bir sisteme geçmeden, bilhassa geçiş sürecinde görülen sorunların deneme-yanılma, “Yaptık, olmadı!” gibi mazeretler üretmeden, bizi dâhil ederken bilgilendirmeyi ve geri bildirim almayı da ihmâl etmeden eyleme geçilmesini umuyoruz.

Bireysel farklılıkların önemsendiği, kişilik zenginliği ve karakter oluşumunun bilgiyi ezberlemekten daha çok önemsendiği, aile-çocuk-öğretmen ilişkisinde bütünleyici-tamamlayıcı bir modelin geliştirildiği bir eğitim sistemi hayâl ediyorum. Hep verilen Finlandiya örneği yahut bizim çocukların ikinci sınıfta ezberlemeye çalıştığı müfredatı üç beş yıl sonra öğrenen Avrupa örnekleri, sadece incelemede kalmamalıdır. Kadim metotlarda da karşılığını bulan, bugünün pedagojisinde de literatüre geçen “ruh ve beden uyumu, zihin duruluğu” gibi kavramlar, eğitimin olmazsa olmazları olmalıdır artık. Yoksa canlarımızın hevesini ve hissedebilme yeteneklerini, hazırola geçme hızında artan bir kaygı düzeyi, tâ yedi yaştan itibaren yok edecek!