BİRİ “modern çağ” mı
demişti?
Ne
zaman dilimize dolandı bu tamlama, ondan beri herkes bireysel yaşam
sahteliğinin kurbanı oldu. “İnsan bireydir” kalıbı çok başka yaşam biçimlerine
teşvik etti dünyayı. Elbette her insan bir varlıktır ve herkesin özne olarak
değeri vardır. Fakat biz bu sıfatların kişiyi aileden, toplumdan ve millî
birlikten ayrıştırma anlamıyla kullanıldığını çok iyi biliyoruz. Bireyi bütün
ait olduğu değerler içinden kerpetenle söküp alıyor, tekil bir unsur kıymetinde
yeni hayatına bırakıyorlar. Sonra bir bakıyoruz, evlerin içinde birey birey
varlıklar geziniyor. Hani en çok birliğin ve biz olmanın kıymetini göreceğimiz
o evler, pansiyon karakterli yaşam alanlarına benzetiliyor.
Modern
çağın modern insanı ne yapıyor?
Akraba,
esnaf ve toplum birliğini bir kenara bırakalım, toplumun atom çekirdeği olan
aile içinde başlıyor bu bireysellik. Herkes kendince özgür alanlar talep
ediyor. Bu özgür alanlarda her aile bireyi farklı bir dünya görüşü ve yaşam
stili oluşturuyor. Bu tutum, zaman içinde kişilerin birbirlerine olan sorumluluklarını
zedelediği gibi, toplumsal vazifeleri de unutturuyor. Daha aynı çatı altında
aynı kandan olduğu insanlara sorumluluk duymayan kişinin toplumda ve millî
duruşta beklentiyi karşılaması da ütopik oluyor.
Zaten
“modern çağ” kavramıyla hedeflenen bu; aile yapısını yerle bir etmek. Sadece
teknolojinin ve bilimsel gelişmenin vardığı irtifayı anlatmakta kullanılmıyor
bu süslü sıfatlar. Kisvesi elbette hazır. İnsana ve toplumlara daha yüksek
standartlı ve bilimsel gelişmenin öngördüğü yüksek refah seviyesinde bir ömür
vaat eden tüm modern tanımlamalar, özünde ailenin köküne dinamit döşeme
gayesini taşıyor.
İnsan
bireysel ve tekil bir yaşam algısında ne kaybediyor?
Evvelâ
içsel çöküşle başlayan ve gitgide büyüyen bir kayıp süreci var. Çünkü “biz”
âlemine gönderilmiş insanın “ben” duygusunda manevî bir tatmine ulaşması mümkün
değil. Ayrıca sorumlu olduğu kişilere yeterli gayreti göstermeyen herkes
zamanla aynı yetersiz karşılığı gördüğünden, sevgi ve bağlılık gibi değerler de
tüketiliyor. Aynı evin içinde mutsuz, içe dönük, bireyci ve güven duygusundan
yoksun insanlar var ediliyor.
Çok
hazin bir durum bu! Gitgide “biz” kavramının beslediği millî ve dinî
hassasiyetlerin de silikleştiğini görmek mümkün. Çünkü evvelâ İslâm insanı her
an anne-babasına, kardeşine, dostuna, akrabasına ve komşusuna bir rikkate davet
eder. Sadece belli ibadetleri yerine getirmekten ibaret değildir din. Bir
yandan da toplumsal dengeyi, aile saadetini ve kul hakkını dengelemek üzere
kusursuz bir sisteme uymaya çağırır insanı.
Herkesin
“bir”ey olarak programlandığı bu yeni çağda, eşlerin de arasına sıradağlar
diziliyor. Kadın ve erkeğin çalışmasıyla başlıyor bireyin gücü. Buraya kadar
tabiî ihtiyaçlar kategorisinde değerlendirmek mümkün elbette. Ama kazanılanın
harcama yöntemleri de farklılık arz ediyor. Ve işler tam da burada alarm
vermeye başlıyor. Herkes kendi varlığını desteklemek için çalışmaya başlayınca
ortak payda çocuklar da bu zihniyete göre şekillendiriliyor. Bundan sonra kim “bir başkası” olarak gördüğü
aile fertlerine karşı sorumlulukları akla getirir ki? Herkes “ben” duygusunu
besleme derdinde. Daha da vahimi, kişi ailesini ve vatanını muhafaza etme
duygusundan, ailesine ve vatanına karşı kendisini muhafaza etme içgüdüsüne
evriliyor.
Modernizm masalıyla uyutuyorlar insanları. Fakat biz bilmeliydik ki, insan “kul” olma sıfatıyla etkileşim içinde bulunduğu herkese karşı birtakım görev ve sorumluluklar taşıyor. Çünkü İslâm bize “biz” olduğumuzu sürekli vurgular. Herkesin ferdi yaşantımızda yadsınamaz bir yeri vardır. Anne-baba olmanın yükümlülükleri evlat sıfatıyla da devam eder. Komşuluk hakkı ve akrabalık ilişkilerindeki hassasiyet de ayrı bir ehemmiyet taşır. Bize göre camımıza konan güvercinden yoldan geçen kediye kadar sorumluluk dairemizdedir. Ben diye yaşayıp giden kimse sorumlulukları göz ardı etmenin günahından kendini sıyıramaz.