Sorular

“Hangi bağın gülüsün?” diye sorarlarmış eskiler “Kimsin, necisin, kimlerdensin?” sorusunu kaba buldukları için… “Niye?”nin öfkesine ise “Nasıl?” çâreler sunar. “Niye?”, aklı darağacına götürür; “Nasıl?” ise kalbe çekidüzen verir. Kudurtan “Niçin?”, kahreden “Neden?”, sabırsız “Ne zaman?” ve ümit bahşeden “Nasıl?”…

NE oldu böyle? Neden oldu acaba? Nasıl yani, bu nasıl olur? Nereden geldik buraya ve nereye gidiyoruz? Kimmiş o? Ne zamandan beri, ne zamana kadar?

Sorular ve soru işaretleri… O çengeller takıldıysa beyin kıvrımlarına, aklı inletir, kalbi kıvrandırır, uçurumlardan atıverir ayakları…

“Kim”, “ne”, “nerede” ve “ne zaman” kalıplarından biri hangi cümlenin başına geçse, saltanat onundur. “Ne?”, meselâ annenin kafasında çok hoş durur: “Yavrum ne yedi, ne içti, üstüne ne giydi?”

“Nasıl?”a bakınca, bilim insanlarının kafasında çok şık duruyor. “Nasıl olmuş, nasıl bitmiş?” derken… Zamansızlık ister onların beyinleri; düşünmek, sadece düşünüp çözmek için sonsuz bir zaman isterler. “Ne” ve “asıl” birleşince, “nasıl” kelimesi beliriyor. “Bir şeyin aslını araştırma merakının çengeli” diyorum ona. “Nasıl”da fırtınalar gizli, labirentler, gömülü batık kentler, şifreler, kalp atışları, karanlıklar, tüneller, dağlar ve güneş…

“Ne”, daha düz, daha durağan, daha çabasız ve sakin görünse de huzursuz bir edat sanki. “Ne yaptın sen?” derken hesap soran bir otorite. “Ne yiyelim?” derken bir kararsızlık hâli. “Ne yedin?” derken bir merhamet hâli. “Ne diyorsun sen?” derken bir iç kabarışı.

“Neden”siz kuş uçmaz, yaprak düşmez, ama “neden”de isyanlar, kabul görmemiş bir kader gizli. “Neden” bir günah işletir, küstürür, küfrettirir, cinnete sürükler. Ama “neden”, köprüler de kurar, mest de ettirir, aşka da götürür, hikmet de sunar, râm da eder.

“Nerede o eski sevinçler, nerede çocukluk, nerede anne kucağı?” diyen bir özlem dolu kalp… “Seni nerede bulacağım?” diyen bir kara sevdâlı… Nerede bıraktıysa gönlünü, orada kalacaktır aklı.

“Hangi bağın gülüsün?” diye sorarlarmış eskiler “Kimsin, necisin, kimlerdensin?” sorusunu kaba buldukları için… “Niye?”nin öfkesine ise “Nasıl?” çâreler sunar. “Niye?”, aklı darağacına götürür; “Nasıl?” ise kalbe çekidüzen verir. Kudurtan “Niçin?”, kahreden “Neden?”, sabırsız “Ne zaman?” ve ümit bahşeden “Nasıl?”…

Bir ek olarak “mı”, hangi cümlenin sonuna eklense, ılık bir kan dolanır vücûtta. Aç bir kurt gibi saldırgan ya da masumca bir ihtiyaca cevap bekleyici… Sondaki “mı(?)”, “Evet” veya “Hayır” bekler, başka kelâm istemez. Sonunda kahrolsa da, sevinçten uçsa da, netliğin safâsını sürmek isteyenlerin ağzından çıkar.

“Nasılsın?” diyen bir kalbin murâdı, “İyiyim” cevabını duymak mıdır gerçekten? Yoksa kötü bir cevap duyup sinsice sevinmek için midir? “Gönlünün aslı nedir, hangi hâlin içindesin?” derken, dostluk ve düşmanlık kol kola gezer.

Deme ‘Şu niçin şöyle?’/ Yerincedir ol öyle/ Bak, sonunu seyreyle/ Mevlâ görelim neyler/ Neylerse güzel eyler”, Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın teslim oluşu… Sorgusuz suâlsiz aşk bu! Erzurumlu, “niçin”in tehlikeli sularından ve dipsiz kuyularından nice nesilleri kurtarmış dizeleriyle. “Niçin?” sorusunun cevabı, Mûsâ’ya göre Hızır’ın ilmi gibidir. Hikmeti her göz göremediği için cevap taşlanır, azarlanır. Sebep sorgulamak yerine “Allah’a dayan, sa’ye sarıl, hikmete râm ol!” diyen Mehmed Âkif’in çektiği sevdâya dâhil olmak, insana daha çok yakışır. Bir bildiği vardır O’nun, “Edep Ya Hû”! Edep Allah aşkına, hesap sorulur mu?

Baştan aşağı nurla yıkanmış gibi arındığım bir cümle daha var: “Olanda hayır vardır.” Kadere imanın en sevimli yüzü, insan algısının kaderiyle barıştığı ve yazgısına râzı olduğu en huzurlu duruşu. Bir hüzzam şarkı ya da nihâvent, hangisini arıyor kulaklarım acaba? Hangi dağın ardını aştım, hangi mesafeler geçtim, kime ne? Nerede eğliyorum deli gönlümü, ben neredeyim? Ne zaman gelirim kendime? Hiç bilmiyorum! Nice güzel sorular cevapsız kaldı.

Işık, çocuğun gözünde yanar, dilindeki ışıksa sorduğu sorulardır. O kendine zaman biçer, mekân ölçer, hikmet arar, kimse bilemez. Öğrenmek için rûhunun kapılarını açtığı andır sorularla gelişi. Aklının acıktığı ve sancıdığı andır. Bir soru daima güzeldir; kusursuz güzel hem de… Ama cevap bazen hakikattir, bazen geçiştirme, bazen tuzak. Bazen de bir cümle kılığından çıkarak hâl diliyle soruya dönüşür bir bakış, bir gülüş, bir gözyaşı. Yine bir tebessüm, bir anlayıştır o soruya en güzel cevap.