Soru-yorum

Yaşlılarımızın tecrübesini ve ferasetini; yaşamın işlevsellik açısından tam merkezinde bulunan anne ve babalarımızı; söz söylemelerine fırsat verilince gençlerin cesaretini ve analitik zekâlarını bir potada eritebildiğimiz, insan olarak doğmanın değil, insan olmaya ama doğru insan olmaya çalışmanın amaç olduğu güzel, sağlıklı, mutlu ve aydınlık yarınlar için hepimiz bir tuğla koymak zorundayız…

AYLARDIR tüm insanlığın üzerine kâbus gibi çökmüş olan Korona’yı konuşuyoruz, dinliyoruz, anlamaya ve anlamlandırmaya çalışıyoruz. Bu virüs gerçek! Tüm dünyayı esir aldı ve sonrası için bitmek bilmeyen kehanetler var. Kimi çevreler bu virüsün bir proje olduğunu ısrarla söylese de, bu fikre hiç rağbet etmeyen insanlar da var.

Farklı yaş, ırk, ülke ve inanç gruplarındaki insan topluluklarının bu konuya yaklaşımında ciddî farklılıklar bulunmakta. Akla hayâle gelmeyen çeşitlilikte bir tepki, daha doğrusu refleks geliştiğini görüyoruz. Korona sebebiyle kendini eve kapatanlar, “Hastalığı ve seyrini takip ediyorum” derken sürekli haber izleme hastalığına yakalananlar, hiçbir şey olmamış gibi hayatına devam edenler, umursamayanlar, paranoya derecesinde kendini temizliğe kaptıranlar, insanlardan kaçan, korkan ve kalabalıklara giremeyecek noktada olanlara kadar geniş bir yelpazede savrulduk ki, ne savrulduk!

Bu virüs ilk duyulduğu zaman Dünya Sağlık Örgütü’nün yaptığı “Bu virüs insandan insana bulaşmaz” açıklaması, şu anda gülümsenerek hatırlanmıyor. Buz gibi bir sessizlik hâkim. Çok değil, aylar önce yazılıp çizildi, sonra tarih sayfalarında (!) kaybolmaya terk edildi. Dünya Sağlık Örgütü gibi uluslararası birçok kuruluş, toplumların nezdinde çok büyük yara aldı; hem bilimsel, hem kurumsal hüviyetlerini tartışılır pozisyona getirdiler, tartışılır oldular. Senelerce tarafsızlıkları tartışıldı. Şimdi ise uluslararası etkileri de göz önüne alınarak güvenilirlikleri, hattâ bilimsel güvenilirlikleri sorgulanıyor.

İzahtan vâreste

Memleketim insanı, “Gülsem mi, ağlasam mı?” tadında çokça malzemeyi, basının iştahlı dişlileri arasına bırakmakta mahsur görmedi. Meselâ kelle paça çorbası yemenin Korona’yı yenebileceğini konuştuk. Türk geninin yapısının bu virüsten daha güçlü olduğunu da... Bazı sebzelerin suyunun iyi geldiğinden başlayıp farklı kategorilerde birçok besin ve vitamin grupları da (ne yazık ki) aynı sebeple karaborsaya düştü.

Sadece Türkiye’de değil, aslında birçok ülkede bu ve benzeri (yorumsuz) durumlar yaşandı. Afrika ve bazı Uzak Doğu ülkelerinde virüse çâre olması için büyüler yapıldı, kendi inançları doğrultusunda hayvanlar kurban edildi. Budist tapınaklarında özel duâlar yapıldı. Yine bazı ülkelerde (şifâ niyetine) portakal-mandalina ithalatı tarihin en yüksek rakamlarına ulaştı. Birçok Avrupa ülkesinde senelik tuvalet kâğıdı stokları gerçekleşti. Charlie Chaplin filmleri gibi soğuk bir gülümseme çarptı yüzüme.

İnsanlar ölüyor, bu bir şaka değil, biliyorum. Onun içindir ki, gülmekten kastım, tam bir kara mizah! Lisede bir öğretmenim çok söylerdi: “İzahtan vâreste...”

Gerçekten de durum, tam olarak bu!

Covid-19, bir ülkenin ya da birkaç ülkenin ya da bir kıtanın meselesi değil artık. Aynı gemideyiz ve bunu (hâlâ) ne ölçüde fark ettik, bilmiyorum. Aynı gemide farklı yöne doğru yürüyen, koşuşan insanlar gibiyiz. Yüksek teknoloji hayatımıza akıl almaz yenilikler getirirken, daha yeniye kadar tüm dünyanın büyük bir köye dönüştüğünü konuşuyorduk. İletişim ve ulaşım bu kadar hızlanıp kolaylaşınca, yeryüzünde farklılıkların azaldığı, aynılaştığımız, etkileştiğimiz bir döneme evirilmiş olduk. Harita üzerinde nerede olduğunu bile tam bilmediğimiz ülkelerde neler olup bittiğini, sokağımızda ya da şehrimizde olup bitenlerle aynı anda öğrenmeye başladık. Bilinen insanlık tarihinde ilk kez yaşanan bir durum olduğunu ben değil, tarihçiler söylüyor.

Soru

Sevdiğim bir yazar, “Tüm dünyadaki toplam ağırlığı birkaç gram bile gelmeyecek bir virüs, bizlere Firavun’un hikâyesini hatırlatıyor’ demişti. Söz sahibine aittir. Bu sözün kalbimdeki yansıması boğazımda bir düğümlenme olarak kaldı.

Modern-ilkel, zengin-fakir, doğu-batı, varlık-yokluk, bilimsel-bilim dışı... Neredeyse bütün ezberleri bozulan insanlık, kendi evinde zorunlu bir tecrite maruz kalınca, ne yapacağını bilemez oldu ve evlere sığmayan mutsuzlar ordusuna mı dönüştü? Yoksa tosladığı bu görünmeyen duvara önce kızıp sonra minnettar mı olacaktı? İnsan olmak ve insan kalmak ayrımını söyleyerek mi, yoksa yaşayarak mı öğreneceğiz? Ya Müslüman olmayı?

Yorum

Yaşlılarda, ciddî bir şekilde gözlemlediğim ölüm korkusu oluştu: “Böyle mi olacak? Bu sebeple mi öleceğim?” Dile gelse de, gelmese de, zihinler bilinen, beklenen ama aslında çok uzakta olduğunu umduğumuz o son için yeniden hazırlık yapmak zorunda kaldı. Kulaklara derinden bir fısıltı düştü. Bunun dışında, evlerde yalnız kalmak, ailesinden, sevdiklerinden, dostlarından uzak durmak, hayatlarının bu evresinde çok daha mutsuz ve yalnız hissetmelerine sebep oldu. Sarılamamak, dokunamamak ve uzaktan konuşmak, tamiri zor hasarlara sebep oldu. Kırışıklar derinleşti.

Orta yaş grubu bu yalnızlığı biraz daha keyifli hâle getirmenin yollarını buldu. Kafa dinlemek, güzel filmler izlemek, ertelenen işler için bir fırsat olarak gördü. İsimlendirilmemiş olsa bile çocukları-torunları ve anne-babaları ile onların işleri, nazları ve zorlukları ile de araya mecburî bir mesafe girmiş oldu. Mazeret çok güçlüydü; çünkü esasen hiçbirimiz bunu isteyerek seçmemiştik. Sorumlusu olmadığımız bir durum yaşanmaktaydı. Bu durum kişisel olarak çeşitli zorlukları beraberinde getirse de, hayatlarının daralmasından, kolaylaşmasından, azalmasından, adı konulmamış bir rahatlık hâsıl oldu.

Gençlerden çok daha fazla telefon ve sosyal medya girdabına düşen orta kuşak, bu noktadan sonra geri dönülemez bir biçimde yaşam şekline dönüştü. Önce “vakit geçirmek için”, sonra “memleketten, arkadaşlarından haberdar olmak için”, son olarak da “Ne yapayım, herkesin elinde telefon var” vurdumduymazlığına kadar konu normalleşti. Gördüğüm kadarıyla oyun oynuyor ya da Face’de geziyor olmanın masumiyeti artık tamamen yok olmuştur.

Göz göze bakmanın, hâli ile hâllenmenin, emek vermenin, zorluğuna katlanmanın, samîmiyetle dinlemenin ve konuşmanın yerini, kısa süreli videolar ya da fotoğraflar almaya başladı.

Zamanın gereği olarak teknolojiyi takip edip, iletişimi hızlandırıp geliştirmek adına çıktığımız bu yolda, kendimizi unutma pahasına da olsa yol aldığımızı, korkarım henüz fark etmiş değiliz.

***

Emekli olmuş bir komutan, 15 Temmuz’da gençlerle ilgili enteresan bulduğum birçok tespitte bulundu. Gençlerle ilgili olarak ayrı bir bahis açmak yerine, bu konuşmadan bahsetmek isterim.

Komutan o gece rekor seviyede atılan twitten bahsetti. Dedi ki, “Gençler bu kadar duyarlı olmasa ve bu denli aktif internet kullanmasa idi, durum tahminimizin ötesinde farklı olabilirdi”. Yine kurşunlar havada uçarken, insanlar vurulmuş ve durum nereye gidiyor belli değilken, insanlar bir taraftan fotoğraf ve video çekmeye çalışıyordu...

Komutan anlatıyor: “Ben, çantasında bir sürü yedek pil (powerbank) ile gelen gençler gördüm. Evden buraya gelirken bütün paralarını bunlara vermişler. Bizler silahımızı, halk bayrağını alıp çıktık, ufak gibi görünen bu konuyu sadece gençler düşündü, tedarik etti. Biliyorlar ki, durum ne olursa olsun, yaşadıkları sürece teknolojinin tüm imkânlarını sonuna kadar kullanmaları gerekecek. O an gençleri gördüm, gözlerini gördüm ve anladım ki, dünyadan haberi olmadığını düşündüğümüz gençler, geleceğimizi kurtaracak ve kuracak!”

***

Yaşlılarımızın tecrübesini ve ferasetini; yaşamın işlevsellik açısından tam merkezinde bulunan anne ve babalarımızı; söz söylemelerine fırsat verilince gençlerin cesaretini ve analitik zekâlarını bir potada eritebildiğimiz, insan olarak doğmanın değil, insan olmaya ama doğru insan olmaya çalışmanın amaç olduğu güzel, sağlıklı, mutlu ve aydınlık yarınlar için hepimiz bir tuğla koymak zorundayız. Okuyarak, yazarak, dinleyerek, anlayarak, düşünerek, çalışarak…