AYLARDIR tüm insanlığın
üzerine kâbus gibi çökmüş olan Korona’yı
konuşuyoruz, dinliyoruz, anlamaya ve anlamlandırmaya çalışıyoruz. Bu virüs gerçek!
Tüm dünyayı esir aldı ve sonrası için bitmek bilmeyen kehanetler var. Kimi
çevreler bu virüsün bir proje olduğunu ısrarla söylese de, bu fikre hiç rağbet
etmeyen insanlar da var.
Farklı
yaş, ırk, ülke ve inanç gruplarındaki insan topluluklarının bu konuya
yaklaşımında ciddî farklılıklar bulunmakta. Akla hayâle gelmeyen çeşitlilikte
bir tepki, daha doğrusu refleks geliştiğini görüyoruz. Korona sebebiyle kendini
eve kapatanlar, “Hastalığı ve seyrini takip ediyorum” derken sürekli haber
izleme hastalığına yakalananlar, hiçbir şey olmamış gibi hayatına devam
edenler, umursamayanlar, paranoya derecesinde kendini temizliğe kaptıranlar,
insanlardan kaçan, korkan ve kalabalıklara giremeyecek noktada olanlara kadar geniş
bir yelpazede savrulduk ki, ne savrulduk!
Bu
virüs ilk duyulduğu zaman Dünya Sağlık Örgütü’nün yaptığı “Bu virüs insandan
insana bulaşmaz” açıklaması, şu anda gülümsenerek hatırlanmıyor. Buz gibi bir
sessizlik hâkim. Çok değil, aylar önce yazılıp çizildi, sonra tarih sayfalarında
(!) kaybolmaya terk edildi. Dünya Sağlık Örgütü gibi uluslararası birçok kuruluş,
toplumların nezdinde çok büyük yara aldı; hem bilimsel, hem kurumsal hüviyetlerini
tartışılır pozisyona getirdiler, tartışılır oldular. Senelerce tarafsızlıkları
tartışıldı. Şimdi ise uluslararası etkileri de göz önüne alınarak güvenilirlikleri,
hattâ bilimsel güvenilirlikleri sorgulanıyor.
İzahtan
vâreste
Memleketim
insanı, “Gülsem mi, ağlasam mı?” tadında çokça malzemeyi, basının iştahlı
dişlileri arasına bırakmakta mahsur görmedi. Meselâ kelle paça çorbası yemenin
Korona’yı yenebileceğini konuştuk. Türk geninin yapısının bu virüsten daha güçlü
olduğunu da... Bazı sebzelerin suyunun iyi geldiğinden başlayıp farklı
kategorilerde birçok besin ve vitamin grupları da (ne yazık ki) aynı sebeple
karaborsaya düştü.
Sadece
Türkiye’de değil, aslında birçok ülkede bu ve benzeri (yorumsuz) durumlar yaşandı.
Afrika ve bazı Uzak Doğu ülkelerinde virüse çâre olması için büyüler yapıldı,
kendi inançları doğrultusunda hayvanlar kurban edildi. Budist tapınaklarında özel
duâlar yapıldı. Yine bazı ülkelerde (şifâ niyetine) portakal-mandalina ithalatı
tarihin en yüksek rakamlarına ulaştı. Birçok Avrupa ülkesinde senelik tuvalet kâğıdı
stokları gerçekleşti. Charlie Chaplin filmleri gibi soğuk bir gülümseme çarptı yüzüme.
İnsanlar
ölüyor, bu bir şaka değil, biliyorum. Onun içindir ki, gülmekten kastım, tam
bir kara mizah! Lisede bir öğretmenim çok söylerdi: “İzahtan vâreste...”
Gerçekten
de durum, tam olarak bu!
Covid-19,
bir ülkenin ya da birkaç ülkenin ya da bir kıtanın meselesi değil artık. Aynı
gemideyiz ve bunu (hâlâ) ne ölçüde fark ettik, bilmiyorum. Aynı gemide farklı yöne
doğru yürüyen, koşuşan insanlar gibiyiz. Yüksek teknoloji hayatımıza akıl almaz
yenilikler getirirken, daha yeniye kadar tüm dünyanın büyük bir köye dönüştüğünü
konuşuyorduk. İletişim ve ulaşım bu kadar hızlanıp kolaylaşınca, yeryüzünde farklılıkların
azaldığı, aynılaştığımız, etkileştiğimiz bir döneme evirilmiş olduk. Harita
üzerinde nerede olduğunu bile tam bilmediğimiz ülkelerde neler olup bittiğini, sokağımızda
ya da şehrimizde olup bitenlerle aynı anda öğrenmeye başladık. Bilinen insanlık
tarihinde ilk kez yaşanan bir durum olduğunu ben değil, tarihçiler söylüyor.
Soru
Sevdiğim
bir yazar, “Tüm dünyadaki toplam ağırlığı birkaç gram bile gelmeyecek bir virüs,
bizlere Firavun’un hikâyesini hatırlatıyor’ demişti. Söz sahibine aittir. Bu sözün
kalbimdeki yansıması boğazımda bir düğümlenme olarak kaldı.
Modern-ilkel,
zengin-fakir, doğu-batı, varlık-yokluk, bilimsel-bilim dışı... Neredeyse bütün
ezberleri bozulan insanlık, kendi evinde zorunlu bir tecrite maruz kalınca, ne yapacağını
bilemez oldu ve evlere sığmayan mutsuzlar ordusuna mı dönüştü? Yoksa tosladığı
bu görünmeyen duvara önce kızıp sonra minnettar mı olacaktı? İnsan olmak ve
insan kalmak ayrımını söyleyerek mi, yoksa yaşayarak mı öğreneceğiz? Ya Müslüman
olmayı?
Yorum
Yaşlılarda,
ciddî bir şekilde gözlemlediğim ölüm korkusu oluştu: “Böyle mi olacak? Bu
sebeple mi öleceğim?” Dile gelse de, gelmese de, zihinler bilinen, beklenen ama
aslında çok uzakta olduğunu umduğumuz o son için yeniden hazırlık yapmak
zorunda kaldı. Kulaklara derinden bir fısıltı düştü. Bunun dışında, evlerde yalnız
kalmak, ailesinden, sevdiklerinden, dostlarından uzak durmak, hayatlarının bu
evresinde çok daha mutsuz ve yalnız hissetmelerine sebep oldu. Sarılamamak,
dokunamamak ve uzaktan konuşmak, tamiri zor hasarlara sebep oldu. Kırışıklar derinleşti.
Orta
yaş grubu bu yalnızlığı biraz daha keyifli hâle getirmenin yollarını buldu.
Kafa dinlemek, güzel filmler izlemek, ertelenen işler için bir fırsat olarak gördü.
İsimlendirilmemiş olsa bile çocukları-torunları ve anne-babaları ile onların işleri,
nazları ve zorlukları ile de araya mecburî bir mesafe girmiş oldu. Mazeret çok güçlüydü;
çünkü esasen hiçbirimiz bunu isteyerek seçmemiştik. Sorumlusu olmadığımız bir
durum yaşanmaktaydı. Bu durum kişisel olarak çeşitli zorlukları beraberinde
getirse de, hayatlarının daralmasından, kolaylaşmasından, azalmasından, adı konulmamış
bir rahatlık hâsıl oldu.
Gençlerden
çok daha fazla telefon ve sosyal medya girdabına düşen orta kuşak, bu noktadan
sonra geri dönülemez bir biçimde yaşam şekline dönüştü. Önce “vakit geçirmek için”,
sonra “memleketten, arkadaşlarından haberdar olmak için”, son olarak da “Ne yapayım,
herkesin elinde telefon var” vurdumduymazlığına kadar konu normalleşti. Gördüğüm
kadarıyla oyun oynuyor ya da Face’de geziyor olmanın masumiyeti artık tamamen
yok olmuştur.
Göz
göze bakmanın, hâli ile hâllenmenin, emek vermenin, zorluğuna katlanmanın, samîmiyetle
dinlemenin ve konuşmanın yerini, kısa süreli videolar ya da fotoğraflar almaya başladı.
Zamanın
gereği olarak teknolojiyi takip edip, iletişimi hızlandırıp geliştirmek adına
çıktığımız bu yolda, kendimizi unutma pahasına da olsa yol aldığımızı, korkarım
henüz fark etmiş değiliz.
***
Emekli
olmuş bir komutan, 15 Temmuz’da gençlerle ilgili enteresan bulduğum birçok
tespitte bulundu. Gençlerle ilgili olarak ayrı bir bahis açmak yerine, bu konuşmadan
bahsetmek isterim.
Komutan
o gece rekor seviyede atılan twitten bahsetti. Dedi ki, “Gençler bu kadar duyarlı
olmasa ve bu denli aktif internet kullanmasa idi, durum tahminimizin ötesinde farklı
olabilirdi”. Yine kurşunlar havada uçarken, insanlar vurulmuş ve durum nereye
gidiyor belli değilken, insanlar bir taraftan fotoğraf ve video çekmeye çalışıyordu...
Komutan
anlatıyor: “Ben, çantasında bir sürü yedek pil (powerbank) ile gelen gençler gördüm.
Evden buraya gelirken bütün paralarını bunlara vermişler. Bizler silahımızı,
halk bayrağını alıp çıktık, ufak gibi görünen bu konuyu sadece gençler düşündü,
tedarik etti. Biliyorlar ki, durum ne olursa olsun, yaşadıkları sürece
teknolojinin tüm imkânlarını sonuna kadar kullanmaları gerekecek. O an gençleri
gördüm, gözlerini gördüm ve anladım ki, dünyadan haberi olmadığını düşündüğümüz
gençler, geleceğimizi kurtaracak ve kuracak!”
***
Yaşlılarımızın
tecrübesini ve ferasetini; yaşamın işlevsellik açısından tam merkezinde bulunan
anne ve babalarımızı; söz söylemelerine fırsat verilince gençlerin cesaretini
ve analitik zekâlarını bir potada eritebildiğimiz, insan olarak doğmanın değil,
insan olmaya ama doğru insan olmaya çalışmanın amaç olduğu güzel, sağlıklı,
mutlu ve aydınlık yarınlar için hepimiz bir tuğla koymak zorundayız. Okuyarak,
yazarak, dinleyerek, anlayarak, düşünerek, çalışarak…