Sonunda Ekrem Bey “Nereden nereye” diyecek

Karar verecek olan kendisi değil, partisi. Partinin de yönetim kadrosu değil, bizzat Genel Başkanı. Yani eleştirip durduğu Kemal Bey. “Adayım” dese, parti yönetiminden muzip biri çıkar, “Hangi ada?” diye sorabilir. Kemal Bey ise “Kime sordun da aday oldun?” der. “Bağımsız aday olacaksan, yolun açık olsun” diye ekler.

BİRİNİN kaybettiği, diğerinin bulduğudur. Birinin fırlatıp attığı, diğerinin yakalayıp götürdüğü.

Bir Çingenenin at arabasında “berjer” dedikleri tek kişilik koltuk görmüştüm. “Aha” dedim, “Abdullah Harmancı kıymış yeşil berjerine”. (Hikâyelerinde bahsettiği için öyle düşünmüştüm.)

Çingenenin çocuğu da o koltuğa kral gibi kurulmuştu. Keyfi yerindeydi. Babası, çelimsiz atı ha bire kamçılıyordu. Acıdım. Çocuğa, adama ya da koltuğa değil, ata. Kamçı yiyen her at, yürek sızlatır.

Sekiz on yaşlarındaki o çocuk bilseydi ki Ekrem Bey her koltuğa talip oluyor, cılız atın çektiği araba kasasındaki yeşil koltuğa oturmaktan çekinirdi.

Neyse ki, o tarihte Ekrem Bey henüz yeni oturmuştu İstanbul koltuğuna. Pek de fazla kalmadı. Isıtacak kadar bile durmadı. Tatil çok yakıştığı için gezdi dolaştı. Gözünü yukarılara dikti.

Daha ilk günden Cumhurbaşkanlığı makamını gözüne kestirdi. Partisinin genel başkanını eleştirdi, genel başkanlığa aday olmaya niyetlendi. Fakat hakkını teslim edelim, hiç de açık açık telaffuz etmeden. Hep imalarla, işaretlerle, sembollerle konuştu.

Genel Başkan Kemal Bey’e “Sen kalk, ben oturayım” deyişi bile üstü kapalıydı.

Bir ufak parantez açalım.

Yıllar önce, “Erenler” ismiyle bilinen Çorlulu Ali Paşa Medresesinin müdavimleri arasında malülen emekli bir deniz subayı abimiz vardı. İşi gücü şifreyle uğraşmaktı. Şifre çözücü bilirdik onu. Devamlı yanında bulunan deftere bir şeyler karalar, yazıp çizer, sonunda bir yere varır ve bulduğu neticenin altına iki çizgi çekerek “O demektir işte!” diye bağırırdı. Onun da ismi Ekrem’di. Birkaç yıl önce vefat etmiş. Allah rahmet eylesin, temiz adamdı.

Ekrem Bey’in (İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olan) şu gün çıkıp konuşacağı, önemli açıklamada bulunacağı bildirildi. Bekledik, çıktı konuştu.

“Adayım demedim, yola çıktım dedim” dedi.

Nasıl desin?

“Adayım” demek kolay mı?

O demektir işte! Fakat karar verecek olan kendisi değil, partisi. Partinin de yönetim kadrosu değil, bizzat Genel Başkanı. Yani eleştirip durduğu Kemal Bey.

“Adayım” dese, parti yönetiminden muzip biri çıkar, “Hangi ada?” diye sorabilir.

Kemal Bey ise “Kime sordun da aday oldun?” der. “Bağımsız aday olacaksan, yolun açık olsun” diye ekler.

*

Bir zamanlar kartvizitlerin önemli bir işlevi vardı. İş arayanlar, bir sıkıntısı olanlar yüksek makamlardaki tanıdıklarına, milletvekillerine gider, bir kartvizit almaya çalışırlardı. Arkasına “Hamil-i kart yakinimdir” notu düşülmesi yeterdi. Mümkünse işi çözülürdü.

İş arayan bir genç, şehrinin vekiline gitmiş, öyle bir kart almış. TRT Genel Müdürü’nün kapısını çalmış. 70’li yıllardan bahsediyoruz. Eldeki bir kart kapıları açabilirdi o zamanlar. Genel Müdür ne istediğini sorunca, delikanlı, vekilin kartvizitini gösterip iş aradığını söylemiş.

-Ne tür bir iş?

-Prodüktörlük.

-Bu konuda bir tecrübe, birikim?

-Yok.

-Yoksa olmaz.

-Yönetmenlik?

-O da imkânsız.

-Kameramanlık verseniz.

-Biliyor musun kamera nasıl bir şey?

-Hayır. (Fotoğraf makinesine bile eli değmemiş.)

-O da mümkün değil.

-Peki ne olacak? (Açık çek gibi gördüğü fakat bir işe yaramayan vekil kartviziti de hâlâ elinde duruyor.)

-Hiç.

-O zaman gideyim ben.

-Eh.

Tam kapıdan çıkarken “Bari saati söyleseydiniz” demiş diye anlatılır. Galiba genel müdür onu da söylememiş. Duvardaki saate kendisinin bakmasını işaret etmiş olsa gerek.

Delikanlı kartvizitiyle beraber çıkmış gitmiş.

Saat acaba kaç idi o dakika itibariyle...

Siz deyin “15.30”, ben diyeyim “üç buçuk”.

*

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı bir insanın gözüne hafif görünürse, kim olsa ondan korkulur.

Daha ilk günden ülkenin “1” numaralı koltuğuna göz dikmek, en basit tanımla haddini bilmezliktir.

İkide bir genel başkanlığa talip olduğunu bildirmek de öyle.

Her şeyin bir şeyi var.

Burada ikinci şey, usuldür, erkandır, adaptır, yöntemdir, tekniktir, şudur budur.

İnternet üzerinden gizli toplantılar yapmak, haber vermeden oraya buraya zıplamak, Genel Başkan Kemal Bey’in memleketine gidip telefonla aramak, açmayınca başka telefonla tufaya düşürür gibi arayıp konuşmak ve garip tuhaf konuşmak...

Sonra da İstanbul adaylığına razı olmak.

“Nereden başladık, nereye geldik” diye baksa, gördükleri karşısında şaşkına döner aklı olan.

Kemal Bey kendini her fırsatta eleştiren, koltuğuna göz diken, “Değişim değişim” diye tutturan birini nereye lâyık görür?

En sonunda, “Bari saatin kaç olduğunu söyleseydiniz” diyecek bu gidişle.

Ve içinden: “Değişim deyişim bu demek değildi. Neredeeen nereye geldik!”

Kemal Bey duvardaki saati mi gösterir, yoksa kırmayıp cevap mı verir?

İnsaflı yanına denk gelirse “15.30” mu der, “üç buçuk” mu?

Filmin sonunda o tahta arabada giden fıstıki yeşil berjere razı olmasın da…