Sonuç: Hissediyorum

Dördüncü gün: Bugün hava kapalı… “Ah bir rüzgâr çıksa, hasta kâğıtları ile taburcu kâğıtları karışsa?!” diye geçiyor içimden. Ya da dışarıda oynayan çocuklardan yardım istesem, belki naçar feryadımı masum gözleriyle göklere eriştirmeye yardımcı olurlar “Yolda kalana yardım etmek sevaptır” diyerek. Kimin kalbi hangi yükü taşır, bilinir mi? Bilinmez...

“GEÇİYOR” demeye ne takat! Gece ilerliyor. Demini almasa da demir almış gidiyor. Gidiyor gitmesine de... Söz... Söz niye kelâma gelmiyor? Söz ile kelâm aynı değil mi ki? O hâlde, söz niye kendine gelmiyor? Kendine gelemeyen evin yolunu nasıl bulsun? Evine gelemeyen bir başkasına nasıl gitsin? Bu yola kendine gelmek için mi çıktık, kaybolmak için mi?

Mum... Gelse dile mum, belki en iyi cevabı o verecek suale. Zira ben yaralı, söz yaralı... Ne bende bir derde seğirtecek, yüküne aldırmadan derman olacak bir söz, ne “söz”de o merhemi, o mânâyı taşıyacak omuz kaldı. En fazla iki yaralı yoldaş, iki kafadar olabiliriz. İki çift söze misâl... Ne ki, iki çift söz bir araya kolay kolay gelmese de gün gelir, hâlden anlamaktan kaynaklı, bir yaraya iyi gelir. Birbirinin yarasına iyi gelmese de aynı koğuşta yatmaktan kaynaklı bir iyilik olarak devrini/devresini tamamlar. Gün gelir de neşter vuracak olanın, yarayı saracak olanın işini kolaylaştırmaya yarayacak türden bir iyilik olarak... Bir yük kaldıramadıysak, bir yarayı saramadıysak da en azından saracak olanın işini kolaylaştırmış olarak...

Nasıl geldik? Kim getirdi? Sahi, neyimiz var ki soruları henüz şekilleniyor? Cevaplar ise muğlak… Henüz ilk gün ve birbirimizle göz göze bile gelmiş değiliz. Odada yeniyim. Koğuşta başka kimse yok. Hem hastanede, hem hayatta biraz daha kıdemli görünüyor her hâlinden “söz”. Yaşını soruyorum. “Sen tahmin et” diyor. Hayatın ona yüklediği mânâyı görmezden gelmiş bir edayla, hayatının baharında bir rakam söylüyorum: “On üç ya da on dört”...

İki misline tekabül edecek bir sayıyı birazdan zikredeceğini bilmeden, bana nerede olduğumu hatırlatan yüzündeki o acı tebessüm ile çoktan irkiliyorum. İlk gün söz söyleme hakkı yoktur çoğu yerde, biliyorum. Yaralıyım ama henüz derdimin ne olduğu bilinmediğinden boş yer bulunduğu için bu koğuşa geldiğimi unutmamaya çalışıyorum.

Elbiselerim, onlar hâlâ dışarıda kalan hayat kokuyor. Öyle ya, henüz resmiyet kazanmamış bir hastalık bizimkisi. Bizimki mi? Çoktan hakikat kazanmış bir yaralı hâl… “Hoş geldin” sefası sürüyor o yüzden gün boyu. Çekiliyor kanım... Bir şırınga, iki şırınga, üç şırınga... Yetmiyor, bir şişe geliyor. “Kanım çekilmiş ezelden, yaralıyım” diyemiyorum. Peki, “İlk günün hatırına” diyelim. Diyelim de, ilk günün hatırı mı olurmuş? Bizden evvel gelenler hatırına...

Gelenler... İkinci gün oldu, hâlâ gelen yok. Hastanın gözü kapıda olur burada. Ya yaralının gözü? Yarayı sağaltacak bir merhemde, yarayı görebilecek bir tabipte... Erkenden uyanıyoruz koğuşun soğuğuna. Burada böyle diyor “söz”. Dışarıdan yiyecek getirilmesi de yasak. Zaten ne geldiyse başımıza, ruhumuza yabancı olandan gelmedi mi? Yoksa bu can? “Bu can” deyip sustu...

Üçüncü gün: Artık misafirlik biter. Söz verilmese de fırsat oldukça rahat rahat konuşuyoruz artık. Ne kadar çekinsem de, ne kadar Fuzûlî’nin o meşhur “Vehm ilen söyler dil-i mecrûh peykânun sözün/ İhtiyât ilen içer her kimde olsa yara su” beytini hatırlasam da, bir şekilde “söz”ün hikâyesini dinlemeye duruyorum. Yaşadıklarına göre hayatta kalmasının tam anlamıyla bir mucize olduğunu anlatıyor bakışları. Anlattıkları ile cümleyi sadece tamamlıyor. Tamamlamak bile değil, sadece pekiştiriyor.  

Dördüncü gün: Bugün hava kapalı… “Ah bir rüzgâr çıksa, hasta kâğıtları ile taburcu kâğıtları karışsa?!” diye geçiyor içimden. Ya da dışarıda oynayan çocuklardan yardım istesem, belki naçar feryadımı masum gözleriyle göklere eriştirmeye yardımcı olurlar “Yolda kalana yardım etmek sevaptır” diyerek. Kimin kalbi hangi yükü taşır, bilinir mi? Bilinmez... “Söz” bu gece de suskun. İhtimâldir ki, onun da içinden geçiyor, “Öyle ya, burada ne işim var? Bitirecek olanca işim varken…” diye düşünüyoruz ikimiz de. Elindeki işleri bitirmek, üç beş hikâye anlatmak şöyle dursun, kendini tanıtacak olsa yardım isteyecek bir hâlet-i ruhiye ile uzak köşesinden, koğuşun köşesindeki pencereden görünen güvercinleri seyrediyor. Arkasından gün batacak, biliyor. “Pencereden baka baka, ah yârim, elâ gözler süzüldü” diyerek kalacağız yine iki yaralı.

Gece pencereyi zorluyor. Ya da pencere geceyi… “Bir misafir gelse kapıdan? Gelir ya...” Bunu aklım, kalbime söylüyor. Kaçkın bir ömür sürmüş, ipin ucunu kaçırmış, filiz iken sürgün olmuş kalbime... Yılları hücrede geçmiş de yine cezası bitmemiş...

Sözü uzattım uzatılmayacak yerde uzatılmayacak kadar. Neyse ki “söz” bu gece uyuyor. Gündüz yarasını bana açtığından beridir... Açmaktan, yarasını göstermekten ziyade, anlatılacak bir yara olduğunu dile getirdiğinden beri bir nebze ihtiyatlı davransa da –“Aynı dertten yatan şurada kaç hastayız?” diyerek- biraz daha rahatladı galiba. Biraz daha yakınlaştı mesafesi yaralarımızın.

Beşinci gün: Tam da söz ile mesafemiz yakınlaşmışken başka bir koğuşa alınıyorum. Söz ile daha az görüşsek de artık daha iyi anlaşıyoruz. Anlıyoruz bu kez, bu mesafe, o mesafe değil.

Sonuçlar belli değilse de üç gündür verilen ilaçlar ile daha iyi hissediyorum. “‘Hissediyorum’, en iyi sonuç değil mi?” diye bir “söz” yakalıyor gece yarısı. Nöbetçi doktora koşmak istiyorum. Koğuşta iki kişi varsa da onların hastalığı başka. Komşu odada “söz”e koşuyorum. Elinde bir kalem… Gözümdeki sevinci görünce bırakıyor. “Yoksa buldun mu?” diyor. “Evet” diyorum ürkek bir sesle. Hisse tanık, hisse tanış bir sesle, “His yanıltır mı?” diyorum. “Eğer gerçekten his ise yanıltmaz” diyor.

Altıncı gün: Bu kez gece geçiyor. Geçiyor yedinci gün için. Geçsin. Kaç dile gelmeyen hayatı yaşamak, kaç söze gelmeyen geceyi şerhe durmak, kaç ele avuca sığmayan hissi müjdelemek için ilerliyor. İlerliyor aydınlık penceremize doğru. Sabah zorluyor kapımızı. “Söz” bugün erkenden ayakta. Belli ki mânâya yolculuk var. Belli ki bir rüzgâr çıkmış bu gece. Belli ki karışmış gece kâğıtlar…