
“GEÇİYOR” demeye ne takat! Gece ilerliyor. Demini almasa da demir
almış gidiyor. Gidiyor gitmesine de... Söz... Söz niye kelâma gelmiyor? Söz ile
kelâm aynı değil mi ki? O hâlde, söz niye kendine gelmiyor? Kendine gelemeyen
evin yolunu nasıl bulsun? Evine gelemeyen bir başkasına nasıl gitsin? Bu yola
kendine gelmek için mi çıktık, kaybolmak için mi?
Mum... Gelse dile mum, belki en iyi cevabı o verecek
suale. Zira ben yaralı, söz yaralı... Ne bende bir derde seğirtecek, yüküne
aldırmadan derman olacak bir söz, ne “söz”de o merhemi, o mânâyı taşıyacak omuz
kaldı. En fazla iki yaralı yoldaş, iki kafadar olabiliriz. İki çift söze misâl...
Ne ki, iki çift söz bir araya kolay kolay gelmese de gün gelir, hâlden
anlamaktan kaynaklı, bir yaraya iyi gelir. Birbirinin yarasına iyi gelmese de
aynı koğuşta yatmaktan kaynaklı bir iyilik olarak devrini/devresini tamamlar.
Gün gelir de neşter vuracak olanın, yarayı saracak olanın işini kolaylaştırmaya
yarayacak türden bir iyilik olarak... Bir yük kaldıramadıysak, bir yarayı
saramadıysak da en azından saracak olanın işini kolaylaştırmış olarak...
Nasıl geldik? Kim getirdi? Sahi, neyimiz var ki soruları
henüz şekilleniyor? Cevaplar ise muğlak… Henüz ilk gün ve birbirimizle göz göze bile gelmiş değiliz. Odada
yeniyim. Koğuşta başka kimse yok. Hem hastanede, hem hayatta biraz daha kıdemli
görünüyor her hâlinden “söz”. Yaşını soruyorum. “Sen tahmin et” diyor. Hayatın
ona yüklediği mânâyı görmezden gelmiş bir edayla, hayatının baharında bir rakam
söylüyorum: “On üç ya da on dört”...
İki misline tekabül edecek bir sayıyı birazdan
zikredeceğini bilmeden, bana nerede olduğumu hatırlatan yüzündeki o acı
tebessüm ile çoktan irkiliyorum. İlk gün söz söyleme hakkı yoktur çoğu yerde,
biliyorum. Yaralıyım ama henüz derdimin ne olduğu bilinmediğinden boş yer
bulunduğu için bu koğuşa geldiğimi unutmamaya çalışıyorum.
Elbiselerim, onlar hâlâ dışarıda kalan hayat kokuyor.
Öyle ya, henüz resmiyet kazanmamış bir hastalık bizimkisi. Bizimki mi? Çoktan
hakikat kazanmış bir yaralı hâl… “Hoş geldin” sefası sürüyor o yüzden gün boyu.
Çekiliyor kanım... Bir şırınga, iki şırınga, üç şırınga... Yetmiyor, bir şişe
geliyor. “Kanım çekilmiş ezelden, yaralıyım” diyemiyorum. Peki, “İlk günün
hatırına” diyelim. Diyelim de, ilk günün hatırı mı olurmuş? Bizden evvel
gelenler hatırına...
Gelenler... İkinci
gün oldu, hâlâ gelen yok. Hastanın gözü kapıda olur burada. Ya yaralının
gözü? Yarayı sağaltacak bir merhemde, yarayı görebilecek bir tabipte...
Erkenden uyanıyoruz koğuşun soğuğuna. Burada böyle diyor “söz”. Dışarıdan
yiyecek getirilmesi de yasak. Zaten ne geldiyse başımıza, ruhumuza yabancı
olandan gelmedi mi? Yoksa bu can? “Bu can” deyip sustu...
Üçüncü gün: Artık misafirlik biter. Söz verilmese de fırsat oldukça
rahat rahat konuşuyoruz artık. Ne kadar çekinsem de, ne kadar Fuzûlî’nin o
meşhur “Vehm ilen söyler dil-i mecrûh
peykânun sözün/ İhtiyât ilen içer her kimde olsa yara su” beytini
hatırlasam da, bir şekilde “söz”ün hikâyesini dinlemeye duruyorum. Yaşadıklarına
göre hayatta kalmasının tam anlamıyla bir mucize olduğunu anlatıyor bakışları.
Anlattıkları ile cümleyi sadece tamamlıyor. Tamamlamak bile değil, sadece
pekiştiriyor.
Dördüncü gün: Bugün hava kapalı… “Ah bir rüzgâr çıksa, hasta kâğıtları
ile taburcu kâğıtları karışsa?!” diye geçiyor içimden. Ya da dışarıda oynayan
çocuklardan yardım istesem, belki naçar feryadımı masum gözleriyle göklere
eriştirmeye yardımcı olurlar “Yolda kalana yardım etmek sevaptır” diyerek. Kimin
kalbi hangi yükü taşır, bilinir mi? Bilinmez... “Söz” bu gece de suskun. İhtimâldir
ki, onun da içinden geçiyor, “Öyle ya,
burada ne işim var? Bitirecek olanca işim varken…” diye düşünüyoruz ikimiz
de. Elindeki işleri bitirmek, üç beş hikâye anlatmak şöyle dursun, kendini
tanıtacak olsa yardım isteyecek bir hâlet-i ruhiye ile uzak köşesinden, koğuşun
köşesindeki pencereden görünen güvercinleri seyrediyor. Arkasından gün batacak,
biliyor. “Pencereden baka baka, ah yârim,
elâ gözler süzüldü” diyerek kalacağız yine iki yaralı.
Gece pencereyi zorluyor. Ya da pencere geceyi… “Bir
misafir gelse kapıdan? Gelir ya...” Bunu aklım, kalbime söylüyor. Kaçkın bir
ömür sürmüş, ipin ucunu kaçırmış, filiz iken sürgün olmuş kalbime... Yılları
hücrede geçmiş de yine cezası bitmemiş...
Sözü uzattım uzatılmayacak yerde uzatılmayacak kadar.
Neyse ki “söz” bu gece uyuyor. Gündüz yarasını bana açtığından beridir...
Açmaktan, yarasını göstermekten ziyade, anlatılacak bir yara olduğunu dile
getirdiğinden beri bir nebze ihtiyatlı davransa da –“Aynı dertten yatan şurada kaç hastayız?” diyerek- biraz daha
rahatladı galiba. Biraz daha yakınlaştı mesafesi yaralarımızın.
Beşinci gün: Tam da söz ile mesafemiz yakınlaşmışken başka bir koğuşa
alınıyorum. Söz ile daha az görüşsek de artık daha iyi anlaşıyoruz. Anlıyoruz
bu kez, bu mesafe, o mesafe değil.
Sonuçlar belli değilse de üç gündür verilen ilaçlar ile
daha iyi hissediyorum. “‘Hissediyorum’,
en iyi sonuç değil mi?” diye bir “söz” yakalıyor gece yarısı. Nöbetçi doktora
koşmak istiyorum. Koğuşta iki kişi varsa da onların hastalığı başka. Komşu
odada “söz”e koşuyorum. Elinde bir kalem… Gözümdeki sevinci görünce bırakıyor. “Yoksa
buldun mu?” diyor. “Evet” diyorum ürkek bir sesle. Hisse tanık, hisse tanış bir
sesle, “His yanıltır mı?” diyorum. “Eğer
gerçekten his ise yanıltmaz” diyor.
Altıncı gün: Bu kez gece geçiyor. Geçiyor yedinci gün için. Geçsin. Kaç dile gelmeyen hayatı yaşamak, kaç
söze gelmeyen geceyi şerhe durmak, kaç ele avuca sığmayan hissi müjdelemek için
ilerliyor. İlerliyor aydınlık penceremize doğru. Sabah zorluyor kapımızı. “Söz”
bugün erkenden ayakta. Belli ki mânâya yolculuk var. Belli ki bir rüzgâr çıkmış
bu gece. Belli ki karışmış gece kâğıtlar…