Sonbaharın hüzünlü yüzü

Biraz da eskileri çağrıştıran, köklerimizi hatırlatan giysiler tercih etmeli. Yüreğimizi sımsıcak tutan yün kumaşların kolları, yakaları, etekleri işlemeli olmalı. Her bir deseni ayrı bir mânâ vermeli. Her işlemenin vicdanî bir anlamı ve değeri olmalı. Kıssadan hisse çıkarılan hikâyeleri olmalı. Her ortama göre farklı ve düzgün kıyafetlerimiz olmalı. Hammaddesi iman, dokuması sevgi, dikişleri saygı, ütüsü aşk olmalı…

YÜREĞİNDE esen fırtınaları sakin denizlere boşaltmak, kimi zaman içinde yüzdüğü sığ suları açık etmek için kaleme sarılan yazarlara bol malzeme sunan sonbahar, yavaş yavaş hüzünlü, bir o kadar da güzel yüzünü gösteriyor. 

İçinden şiir okumak gelenler “Eylül” başlığını seçiyor, yazmak sevdâsına düşenler de ilhamı yine Eylül’ün kızıl saçlarında arıyor. Haksız da değiller; çoğu ayrılık Eylül’de olur, sorumluluklar, başlangıçlar, yeni dönem ve eğitim hazırlıkları hep bu ayda kendini hissettirir. Ciddî kararlar ve hayat muhasebesi bu ayda verilir. Yazdan kalma rehâvet ve uyuşukluklardan kurtulma bu aylara denk gelir. İster istemez ayaklarımız bu aylarda yere basmaya başlar.

Hemen hemen her şairin dizelerine misafir olmuştur kızıl yüzlü hazan yaprakları. Edebiyatın her alanında kendine yer edinmiştir. En hüzünlü hikâyelerde, romanların kurgusal zamanları içinde illâ sonbahar mevsiminin kızıllığı vardır; akşama ve sonbahara vurgu yaparken, en acıklı anları anlatırken gönüller coşup coşup taşar. Konuk olduğu dizelerde hüznü ve hayatın son demlerini çağrıştırmıştır bu mevsim. Ağırbaşlılıkla kadere teslimiyet sezilmiştir çoğu sözcüklerde. Hayatın son demi tefekkür vaktidir; zira gençliğin, hoyratlığın muhasebesi yapılır, alabildiğine ders çıkarılır geçmişten, yeni nesillerin de aynı hatâları yapmaması istenir.

Kimi insan, yapılan hatâlardan zamanı suçlu çıkarır. Başına gelen olaylarda zamanı sanık sandalyesine oturtur. Zamanın ne kadar acımasız ve hoyrat olduğundan, dünyanın yalancı ve dönek olduğundan bahsedilir dost sohbetlerinde. “Âhir zamanda şöyle kötülük olacak, böyle kötülük olacak, hep kötülerin borusu ötecek” denir de başka bir şey denmez. Hep insanlardan ve kendi nefsimizden bîhaber, çevreye ve zamana suç isnat ederiz. Suçu meşrulaştırıp gayr-i resmî bir değer biçeriz kötülüğe. Böylece sorumluluk altına girmemiş oluruz. Öyle ya, biz insanlar hâriç, dünyada her şey suçludur.

“Dünyanın çivisi çıkmış”… Şu çıkan çiviyi yerine koyamadık! Aklıselim hiç kimse yok mu acaba dünyanın çivisini düzeltmeye? Dünyadaki mühendisleri göreve çağırmak lâzım! İnsanlığın ve üzerinde yaşadığımız dünyanın nizâma ihtiyacı var. Yüz yıllardır yeni dünya nizâmını dayatmaya çalışan toplum mühendislerinin elinden alalım ne olur bu işi! Artık biz üstlenelim de yeni düzen; adâlet, hoşgörü ve sevgi üzerine kurulan bir düzen olsun. Bu düzenin sonu huzur, mutluluk olsun. Gözyaşı ve zulüm olmasın. Sonbahara yakışan tefekkür ve hüzün elbisesine erdem elbisesini de giydirelim. İyilik kol gezsin dört bir yanda. Kötülük kendine barınacak yer bulamasın. Elimizle, dilimizle, tüm benliğimizle kovalım paçavralar giymiş kötülüğü. Ve onu temsil eden, paçavralar giyinmiş düzenbazları.

Eylül ayına ve sonbahara yazılan şiirler hüznü hatırlatmasın artık. Hüzünlerin ve yıkımların üzerine bir sünger çekilsin. Neden olmasın, neden yüzyıllardır belleğimize kazınan eşyaya, hayata ve zamana has imgeler değişmesin? Neden hiç olmayacak hayâller kurmayalım? Belki biz hayâl kurduk, duâ ettik, çabaladık diye değişir her şey. Belki artık her mevsim ilkbahar gibi yaşanır.

Belki çok samîmi bir şekilde yürekten istersek, taşın altına elimizi koyarsak değişimi başlatırız. Sayemizde kötülükler, sararmış solmuş hazan yaprakları gibi rüzgârın önü sıra uçup gider. Sevgi, duâ, iyilik, adâlet, bilgi ve tefekkür rüzgârları eser her yerde ve ne kadar cahil varsa toplumda, dönüşüme uğrar, her nesne payına düşen değişimi yaşar. Dünyanın çehresi değişir. Yepyeni elbiseler giyinir. Mavi yeşil tonlarda, bulutsu görüntüsüne gökkuşağının her rengi dâhil olur. İçin için kaynayan yerkürenin çekirdeği bile insafa gelir, kızgın lavları üzerimize salmak için fırsat kollamaz. Fokurdayıp duruyor çekirdek şu bizim ıslah olmaz hâllerimize. Sarsıyor bizi arada bir kendimize gelelim diye.

Bazı anlarda dünya kararıyor, ansızın karalar bağlayıp hırpani kıyafetler giyinip, saçını başını dağıtıp gürlüyor. Sinirden saçları diken diken olup bazen alevler saçarak tüm ormanları yok ediyor, bazen de fırtınalara yol verip önüne geleni savuruyor…

Bu döngü böyle gitmesin, ilkbaharın tatlı ve ılık havası sarsın her yanı. Dünya yepyeni, çok güzel elbiseler giyinsin. Hüzün ve hıçkırıkların yerini çocukların şen kahkahaları alsın. Enkaz altında kalmasın insanlık. Toza dumana bulanmış masum yüzlü çocuklar, yepyeni elbiselerle dönme dolaba binmiş gibi eğlensin fırıl fırıl dönen Dünya’da. İstedikleri zaman Ay dedeye el sallayıp “Bana lâstik pabuç getir” desin. Ambulansa oturup şaşkın şaşkın bakmasın masum çocuklar çevrelerine, etrafta bombalar patlarken çocukluklarını bırakıp olgunluğa evrilmesinler. Ellerinde oyuncak diye el bombaları olmasın. İnsanların gün doğumunda ve batımında, yakamozlar eşliğinde eğlendiği sahil ve plajlara masumların bedenleri vurmasın, onları askerler kucaklarında taşımasın. “Çok uzak diyarlarda mutlu ülkeler varmış” masallarıyla botlarla açılmasın denizlere insanlar. Kendi sıcak yuvalarında kendi yağıyla kavrulup, kendi topraklarını ekip, kendi aşlarını kaynatsınlar. Hayâlleri kendi vatanlarını süslesin, yurtsuz, vatansız ve köksüz bırakılmasın sessiz yığınlar!

İnsanlığın kaderi, sömürgecilik zihniyetiyle kuşanmış, sayısı bir elimizin parmaklarını geçmeyecek birkaç ülkenin eliyle şekillenmesin. Artık “Dur!” demek lâzım. Giydiğimiz gaflet elbiselerinden çıkıp, kendimize yepyeni, daha rahat düşünmemizi sağlayacak kıyafetler diktirmemiz lâzım. Elbisemiz ne dar, ne de bol olmalı. Dar olursa beynimize kan gitmez, kalbimiz ve vicdanımız zayıflar. Bol olursa oraya buraya takılır, dikkatimiz dağılır ve vurdumduymazlık hastalığına tutuluruz. Adamsendecilik gibi insanı için için kurutan hasletler yakamızı bırakmaz.

Biraz da eskileri çağrıştıran, köklerimizi hatırlatan giysiler tercih etmeli. Yüreğimizi sımsıcak tutan yün kumaşların kolları, yakaları, etekleri işlemeli olmalı. Her bir deseni ayrı bir mânâ vermeli. Her işlemenin vicdanî bir anlamı ve değeri olmalı. Kıssadan hisse çıkarılan hikâyeleri olmalı. Her ortama göre farklı ve düzgün kıyafetlerimiz olmalı. Hammaddesi iman, dokuması sevgi, dikişleri saygı, ütüsü aşk olmalı. Bu yeni elbise, tevazu ile süslenen vitrinlerde sergilenmeli.

Kibrin yakıcı ve yalancı ışıltılarıyla parıl parıl parlayan elbiseler aldatmasın gönülleri. Dünyamızın içine düştüğü buhranlar, güzel elbiseleri kuşanmış zamanın ve mekânın ötesinden seslenen gönüllerin saçtığı ışıkla son bulacak.

Bu hasletleri taşıyanlar hep kazanacaklar. Tuttuklarını güzelleştirecekler ve hüzünlerin yerini sevinçler alacak, sararan yapraklar yeşerecek. Hazan mevsiminin simgesi olan aylarda kimse ağlamayacak, herkes gülecek.