Sonbahar

Durup da kışa suç bulur insan. Hâlbuki hazandır bütün sorumlu. Tabiat yeniden doğuşa, yeniden dirilişe ve yeninden çiçeklenişe gebedir. Çünkü her ağaç, yepyeni dallarla yaza hazırlanır. Fakat insanın hazanla vardığı kara kışlar, ölen duyguların, dökülen sözlerin, kırılan kalplerin ve daha nicelerinin yerine koyulmaz bir şekilde yitirilişine gebedir. İyisi mi, sen yaz kal!

ÖFKE, baldan tatlı…

Hırs, alımlı bir kuş…

Haset, kalpte tutku…

Böyle böyle geçiyor mevsimler dünyada… Bir yaz, bir kış derken ömürler tükeniyor. Hiçbir şey yok ki âlemde, kudurmuş ve taşmış duygular kadar engel tanımaz olsun. En kötüsü de, var olmadıklarına bizi inandıra inandıra girsinler kanımıza…

Tipik sonbahar…

Bir güzelliğe defalarca ikna eder insanı. Sarının güzelliğine, rüzgârın tâzeliğine, yağmurun serinliğine… Ve bir dönüşümün verdiği heyecanın o karşı koyulmaz gençliğine… Her değişim, bir gençlik duygusunun bıraktığı neşe ile karşılar insanı. Bazen yanında hüzün ve kaygıyı da getirir tabiî. Ama ne var ki, her bir değişim, insanı yeniden on sekizine getiren bir etkiyi işler rûhuna. Sonbahar gibi…

Bunalmış tenlere bir serinlik vaat eder. Kızgın, yakıcı bir tabiat, yerini dingin ve nemli bir yaşamak sakinliğine bırakır. Öyle tatlı ve hoştur ki; insan buna şiirler yazar, şarkılar söyler, sırlanmış hislerini yeniden keşfeder. Fakat bir bitimdir nihâyetinde. Sonbahar, bu Monet tablosu karakterinin arkasında bambaşka bir yok oluşu anlatır.

Evvelâ yaprak dökümüdür kendileri… O cıvıl cıvıl çiçekli, yapraklı, coşkun dalların yalnızlığa terk edilişidir. Sanki bir daha hiç böyle açmayacakmış gibi hüznü resmeder izleyene.

Bu kompozit zıtlık sadece mevsimsel bir durum olsa, insan bu aldanışa her yıl düşer, her kış aklını başına alır ve yazı bekler. Sonra bir sonbaharda yine kâinatın bu değişimine hayran kalır ve bir kara kış geldiğinde yine baharın ve yazın kolaylığını bekler. Fakat iş bununla sınırla değil yazık ki…

İnsan, kendini kara kışa götüren pek çok sonbahar giyiyor üzerine. Hepsini sarı ve kuru yaprakların şiirsel savruluşunda ve hazan yağmurlarının insana verdiği o düstursuz sanatkârane tavırda güzelliyor. Bir sonbahar, anlamı ve amacıyla bir vahamet olmasa da, insanın kendi ikliminde bu, ölüm gibi bir sondan daha hazin.

Her mevsimin tabiatı besliyor, yeniliyor ve bambaşka bir yaşama hazırlıyor oluşu, sonbaharın bu şık manzarasının arkasında sakladığı yaprak dökümü hüsranını yok etmiyor yazık ki… Sonbahar ya bir yerde insanların âhirete göç edişini ya da insanın bazı duygulara vedâ edişini ve hiç değilse bir rengin soluşunu ifade eder. Zaten bu yanıyla da saklı gizli hasretleri tetikler.

Bu en çok, dünya üzerinde bir kozanın yırtılıp yeni bir bedene hazırlığı anlatır.

Fakat bir an durup da insanın rûhunda meydana gelen bir mevsim göçünün süslü manzaralar ardına saklanan bir bitiş olduğunu hissetmek mümkün.

Öfke baldan tatlı

İnsanın hazanıdır öfke… Renkli bir mevsim karakterinden solgun ve yorgun bir tabiata geçiştir. Hem öyle hoş bir dönüşüme gebe değildir de… Daha ziyâde; insanı, var olduğu rengârenk ve kanlı canlı mevsimden kapkara, soğuk ve can yakıcı bir kışa sürükler.

“Bu ‘öfke’ denilen hâl, hangi yanıyla sonbaharın gizemine benziyor?” diyecek olursanız; tek cevabım, her öfkeyi ibrâ eden bir cümlenin kurulabiliyor olmasıdır. Tıpkı sonbahar kadar haklı bir değişimdir bu…

İnsan durduk yere öfkelenmez ya! Rengi benzi solar da insanın, hiç sebepsiz olur mu? Ağızdan dökülen sözler, yaprakların hazanla birlikte haklı ve gururlu savruluşu gibidir. Hem bu haklılık, insanda hiç eğreti durur mu? Öyle haklıdır ki insan, bu haklı kızgınlık, anlamına anlam katar. Öfkeden kızaran gözler, sararan sima ne kadar da kabul edilebilir ve hattâ resmedilebilir bir güzelliktir. İşte insanı kışa götüren bir hazan karakteri!

Öfke, muhakkak insanı kışa bağlar. Hem de öyle sakin ve ölçülü bir kış mevsimi kadar da anlayışlı değildir. Böyle yollar kapatan çığların anarşisine mahkûm eder. Hem kendini, hem de ona temas eden herkesi…

Kış bittiğinde yıkılan evler, köprüler kalır geride… Balçık bahçelerde çürümüş kökler kalır… Her kış, tabiattan bir şeyler alır ve bir şeyler verir de, insanın kara kışı yalnızca yıkar geçer.

Öfke hep bir mevsimde kalmalı oysa. Kızmalı, ama bir yaz güneşinin ısıttığı yollar kadar… Hâddini aşıp da bir bir yaprağını döken ağaçlar gibi hazana varmamalı. Dökülen sözleri ne geri almak mümkün olacak, ne de yarattığı etkiyi muhatabından silmeye imkân… Sonrasında soğuyacak kalplerdeki mevsim. Öyle soğuyacak ki, zaman geçip tekrar ısıtılan kalplerde o emek emek evler, köprüler kalmayacak. Çığlar altından sağ çıkmayacak gönüller.

Öfkeyi kışa vardırmamak için hazana benzememeli. Hazan gibi haklı ve şık görünür de insanın öfkesi, ardında dökülen, kırılan ve soğukta can verenlerin hâddi hesabı olmaz!

Hırs, alımlı bir kuş

İnsanın hazanıdır hırs. Önce bir sonbahar kadar alımlı, şairâne ve ilham verici görünür. Sonu hep kıştır. Hırs büyür, büyür de savurur etrafında ne varsa! Sarı yaprakların yollarda bıraktığı o aşıkane duyguyu anımsatır da, insan bu savruluşta yalnızlığa mahkûm ettiği ağaçları anımsamaz bile. Ama ne zaman hazan biter, mevsim kışa meyleder; o vakit anlar görünce çıplak ve yalnız ağaçların tenhalığını, savrulan yaprakların birer birer parçalandığını ve geri gelmemek üzere gittiğini. Elbet kışa varır ama…

Bir savruluşla başlayan bu hazan, elbet kışı giydirir insana. Kış kadar soğuk ve çâresiz bırakır bedenleri.

Ne alımlıdır oysa, kanatlanıp uçası gelir insanın… Bir şeye varmak, bir şeyi yenmek, kazanmak ve sahip olmak tutkusunda uçmaya sevdâlanır insan. Hâlbuki kanatları da yoktur. Bu adâletsiz uçmak rüyası, yalnızca sahip olduğu ağaçları, yaprakları ve rengârenk yürekleri kışta öldürür.

Ne zaman hırsla bir kazanmak, bulmak, almak, yenmek, yermek ve sevmek tutkusuna dûçar olsa insan, orada bir hazanın yavaş yavaş yok ettiği tabiat hâkimdir. Hem bu, insana ait bir tabiattır ki gidişi olur, dönüşü olmaz. Ölüşü olur, doğuşu olmaz. Soluşu olur da açışı olmaz. Öyle bir sonbahar, öyle zalim bir kış…

Haset, kalpte tutku

İnsanın hazanıdır haset… Tıpkı hazan gibi bir değişmek, ölmek ve yeniden doğmak arzusuna çağırır kalpleri. Bu davet, kulak verdikçe kendine çeker insanı. Tutku hâlini alır. İşte sonbaharın davetkâr solgunluğu, kalpte hasedin büyüyen zalimliğiyle eşdeğer! Çünkü yine ve yine sonu hüsran, yine sonu kara kış…

Hasetle baktıkça insan âleme, sevmenin safiyâne duruluğunu yitirir. Artık “Sevdim” dediği ne varsa, hepsi bir açlığın tatmin edilemez yeme isteğine bırakır yerini. Sevdiğini yer bitirir haset; sevdiği insanı, sevdiği sohbetleri, dostları, yerleri, yolları… Hepsini kemirir haset.

Sonunda birkaç kırıntı kalır sevgiye dair. En doymuş ruhları bile tatmin etmeyecek cinsten birkaç sevgi kırıntısı…

Ama ne alımlı bir kuştur! Hasetle bakan gözün hedefi hep yükseklerde, yücelerde uçuşur. İnmez toprağa… Bakmaz göz hizasında hiçbir varlığa… Öyle öyle alışır yükseklerin verdiği haz duygusuna. Bu haksız bir uçmak özlemi; tıpkı sonbahar gibi… İlk bakışta duru, insanî ve tabiî bir manzaraya çeker insanı… Sonra birer birer başlar kayıplar. İnsan hazana vardı mı, sonu muhakkak kıştır.

Ve daha niceleri…

Ne haklı, ne onurlu, ne gururlu… Ne kadar benlik duygusunu aşılayan o yüce yüce duygular ki, bir sonbahar kadar haklı girizgâh yapar. Sonra birer birer yitirilen her şeyin müsebbibidir. Durup da kışa suç bulur insan. Hâlbuki hazandır bütün sorumlu. Tabiat yeniden doğuşa, yeniden dirilişe ve yeninden çiçeklenişe gebedir. Çünkü her ağaç, yepyeni dallarla yaza hazırlanır. Fakat insanın hazanla vardığı kara kışlar, ölen duyguların, dökülen sözlerin, kırılan kalplerin ve daha nicelerinin yerine koyulmaz bir şekilde yitirilişine gebedir.

İyisi mi, sen yaz kal! Bırak mevsimler değişsin; kimi hırçın, kimi dingin… Ama sen, hep yazda kal!