
“ŞU çeşme ne güzeldir,
su içecek tası yok/ Kırma insan kalbini, yapacak ustası yok…”
Mevsim
sonbahardı artık; kışa yakın bir sonbahar… Issızdı yüreğinin sokakları. Yarı karanlık
ve ıslak… Giden gençliğine mi dertleniyor, yoksa gelen yalnızlığına mı,
bilmiyordu. Sadece üşüyordu ıssızlıktan, sessizlikten. Önce yüreği, sonra ruhu,
sonra bedeni titredi oturduğu cam önündeki koltukta. Biraz daha büzüldü, çekti
battaniyesini boynuna kadar. Isınır mıydı ki içi?
Sevgi
ile büyüttüğü, gözünden sakındığı kızı almıştı küçük yün battaniyeyi “Serin
akşamlarda ısıtır seni anne” diye. Gülümsedi, sıkı sıkı sarıldı yumuşak yüne, yüzünü
gömdü hasret giderircesine.
Sahi,
“hasret” dedi de aklına geldi, gençliğinde lügatinde olmayan, şimdilerde her
anına arkadaşlık eden hasret… Kaç zamandır bir can çalmamıştı yüreğinin
kapısını, kimse oradan içeriye girmemişti. Öyle ya, her yer bahar, her yer
bahçe iken kim ne arardı ki ıssız karanlık sokaklarda? Oysa eskiyen yoldu
yaşanan yıllarla. O yolun sonunda eğer biri çalsa idi kapısını, sıcacık bir yürek
açacaktı.
Usulca
birkaç damla gözyaşı akıverdi kırışmış yanaklarının çukurlarından. Şu
sonbaharın son akşamlarından birinde açtı yüreğinin artık kimsenin girmeye çabalamadığı
kapısını kendine. Şaşırdı. Meğer kendisi bile unutmuştu yüreğiyle hasbihâl
etmeyi nice zamandır. İnsanın kendi unuttuğunu kim niye hatırlasındı ki? Yüksünmesi
boşunaydı. Kayıverdi bol kahkahalı, sevgi dolu sıcak günlere.
***
Şimdi
çocuklarını büyüten kızı o yürekte hâlâ anasının küçük kınalı kuzusu, ballı
kurabiyesiydi. Ne de güzel gülerdi annesinin boynuna sarılırken; sıcacık
sevgisi yüreğini ısıtırdı anneciğinin. Yorgun ama sevgi dolu yüreğine bahar
yağmurları yağardı. O gülerken güller açardı gönlünde. Sarılırken kokular
saçılırdı her bir yana.
Bir
ay mı, bir hafta mı, ayırt edemedi zamanı. Gelmişti kızı, sarılmıştı yine ama
ne kokular saçılmıştı etrafa, ne de güller açmıştı yüreğinde annenin. Kızının
telaşı vardı, biraz da gergindi; hissetti bunu, demedi, diyemedi içindekileri. “Sızlanıp
durma anne yine” diyeceğinden emindi. Hâlbuki sızlanmıyor, yüreği sızlıyordu da
yine diyemedi. “Hazanı, hüznü sokmayacağım bugün gönül bahçeme” dedi ve son
duygularını atıverdi hemen “unut” kuyusuna.
Tatlı
bir melodi ile ışıdı ruhu, en sevdiği şarkıydı çalan; kızı beyaz gelinlikler
içinde ince taze bir fidan gibiydi, eşinin kollarında savrulurken etekleri
nasıl da güzeldi hayat. Delikanlı incitmekten korkar gibi dikkatle sarılmıştı
beline. Gözleri birbirine kenetli iki âşık yürekti onlar. Bir aile meclisinde
tanıştırılmışlardı düğünlerinden birkaç ay önce. Daha ilk anda akıvermişti
yürekleri birbirine. Aileler memnun, onlar mutluydu. Peki, nasıl olmuş, ne
yaşanmıştı da bu sarmaş dolaş yürekler çözülüvermişti birbirinden? İki can birken
şimdi nasıl canandan, hatta candan vazgeçmişlerdi? Hoyrat ve kırgın iki katı
kalp oluvermişlerdi yıllar içinde. Duru, dupduru iken ruhları birbirini
seyrederdi gözlerinden, kim kirletmişti ruhlarını? Her biri kendine mi, yoksa
sevdiğine mi kıymıştı?
Yürek
bir sırça saraydı, kırıldıkça ince ince dağılmamak için tutundu kırıklarına sımsıkı.
Belki böylece sertleşti yürekleri. Sertleştikçe bir kayaya dönüverdi
bedenlerinin orta yerinde. Oysa Rabbin mekânıydı o billur saray. Korunası, sevilesi,
saklanası gizli ve sırlı bir saray dönüvermişti viraneye. “Keder yok!” demişti
bugün yüreğine. Ama o yüreğe giden her hatıranın üstünü görünmez bir tül gibi
kaplamıştı hüznü. Aslında hüzün, tadı tuzuydu biraz da hayatın. Mutluluğu
hüzünle tartarsınız. Her şeyin terazideki karşılığı zıddı değil miydi zaten?
Sorun
hüzünde değil, dildeydi. Dertlenen derdini söylemedikçe derman gelir miydi
derde? Ufak ufak örselenmeler büyür, kocaman onulmaz yaralar olur muydu? Koca
karanlık kuyular açılır mıydı seven yürekler arasında?
Omuz
silkti, bugün “boş verecekti her şeye”. Uzun zamandır hiç kimsenin çalmadığı
yüreğinin kapısını bugün kendine açmıştı ya, varsın, yorgunluktan tir tir
titreyen yüreği hüznünü de seyrettirsin nazlanacak bir can bulmuşken…
***
Cesaretle
devam etti yoluna, uzandı yere, ezilmiş bir kırmızı gülü aldı eline. İlk
evlilik yıldönümüydü. İşten iki saat izin alıp koşarak gelmişti eve. Sofrayı
özenle hazırlamış, eşinin en sevdiği yemekleri yapmış, giyinmiş, süslenmiş,
evini süslemiş, yetiştirememe korkusundan gün boyu koşturup durmuştu. İçinde
düğün dansının müziği yüreğinin temposuna eşlik ederken oradan oraya
koşuşturmuştu. Çiçekçiden aldığı tek kırmızı gülü yerleştirdi en son sofradaki
mumların ortasına. Artık hazırdı her şey. Sonrası mı? “Unut” kuyusuna attı. Bugün
hiç bakmayacaktı oraya, hatıralarındaki o ezik, solmuş ve kırılmış gülü okşayıp
yavaşça yere bıraktı.
***
Kayıverdi
yüreği kızını, bir tanesini kucağına aldığı demir karyolalı hastane odasına.
Güzelliğinin, kokusunun başını döndürdü, cennet gibiydi kızı, bağrına bastı.
Sütü kaynayıverdi bu sarılışla, soğuk hastane odasını ve yalnızlığını unutturdu
bebenin sıcaklığı. Üç yıllık evliliğinin yüreğini acıtan tüm kırgınlıkları güneş
görmüş kar gibi eriyiverdi, temiz derelere dönüp akıverdi içinden.
Her
şeye en baştan başlayacaktı. Bu yeni canla yeni bir umut yeşerdi içinde, yine
ilk dansın nağmeleri çınladı, sevincine ve umuduna katıldı. Tayinle geldikleri
bu yer, önce bebekle müjdeledi yüreğini. Taze bir can, belki evlerinin soğuyan
duvarlarını ısıtır, solan renklerini açtırırdı yeniden yüreklerinin. Umut bu ya,
sıkıca sarıldı bir daha bebeğine. Sonrası mı? Attı yine “unut” kuyusuna. O
kadar çok unutulacak şey yaşamıştı ki hayatında, güzel anılarının sakladığı
yüreğini temizlemeye karar vermişti bugün. Her şey öyle iç içeydi ki
güzellikler ayıklanmalıydı. “Bahar temizliği” dedi içinden. Sızladı yüreği.
Gülümsedi. “Son” da bahardı nasılsa…