
“AH benim şehrim, benim sevgili şehrim, bütün şehirlerin gözbebeği, kâinatın gururu, olağanüstü şaheseri, kiliselerin anası, dinin en büyük önderi, Ortodoksluğun rehberi, ilimlerin hayat kaynağı, bütün güzelliklerin yuvası! Sen Tanrı’nın elindeki kâseden ilâhî gazabı tatmak zorunda kaldın. Sen bir zamanlar yağan ve Pentapolis’i yıkıp mahveden ateşten daha feci bir ateşle yandın. Hangi şer güçleri seni dışlayıp yok etmek istedi, hangi kıskanç ve insafsız intikam şeytanları sana çılgınca saldırdı; karşı konulmaz, gözü dönmüş kişiler sana bir gelin odası hazırlayacakları yerde, seni ortadan kaldırıp yok edecek ateşi körüklediler…
Ah bir zamanlar zarif hatlarınla imparatorluk ipekleriyle purpur rengine bürünmüş güzel şehir! Şimdi nasıl böyle necis, sefil ve her türlü kötülüğe açık hâle geldin, nasıl hakikî evlatlarından yoksun kaldın? Ey tahtı eskiden yüksekte olan, gücü uzaklara erişen, güzellikte muhteşem, hem genişliği hem de azametiyle füsûnkâr olan şehir, şimdi paha biçilmez hükümranlık tacın kırılmış, saray esvabın, zarif imparatorluk peçelerin yırtılmış, sökülmüş yerlerde yatıyorsun…
Seni kim kurtaracak, kim seni teselli edecek, kim koruyacak, kim senin kötü talihine üzülecek, kim dönüp de senin iyiliğini düşünecek?”
Niketas Khoniates isimli tarihçi, ağıtlar yakacak ve Lâtin zulmü altında inleyen İstanbul’u kimin koruyacağını, kimin ona dönerek iyiliğini düşüneceğini ve onun için üzüleceğini sormuş. Lâtinlerin hak etmediklerini, Doğu Roma’nın ise sahip çıkamadığını yazmış.
İstanbul için yeni biri bekleniyor, yeni birisi isteniyordu. Doğu Roma, yedi tepe üzerine kurulu ihtişamlı bir genç kız edasıyla süslerken yerküreyi, “var olan en iyi şehir” betimlemesini hak ediyordu. Ancak bir eksiği vardı; inanç ve ona sadakatle bağlı olacak bir millet… Onu hak etmeli, onun şanına yakışır şekilde onun uğruna mücadele etmeli, elde etmek için türlü cilvelerine, nazlarına “Belî” demeli ama ondan vazgeçmemeli… Sahi, var mıydı böyle biri?
Tarihçi Niketas, olmadığına inandığı için bu cümleleri yazacaktı. Ancak gün gelecek, onun yaşadığı yerde onun izinden gidenler, Lâtin zulmünü unutmadıkları için, “Şehrin sokaklarında Lâtin şapkası görmektense Türk sarığı görmeyi tercih ederiz” diyeceklerdi.
Şehirlerin incisi böylesi nazlı, lütufkâr ve hakkında kıyamet kehanetlerine konu olunacak kadar günaha ve bataklığa saplanmışken, onun boynuna gerdanı kim takacaktı? Hangi delikanlı büyük bir aşk ile bağlanacak ve o aşka hayatını adayacaktı? Kim çıkıp, “Ya ben şehri alırım ya da şehir beni” diyecekti?
400 çadırlık Kayılar, Bursa’yı fethettiklerinde nasıl İslâm itikat ve ahlâkına sahiplerse, Varna’da, Kosova’da ve Niğbolu’da da aynı itikat ve ahlâka sahiplerdi. 18 yaşında hünkâr kavuğu giyen genç Mehmed, kimileri için kolay lokma, kimileri için şımarık çocuk, kimileri içinse dikkate alınmaması gereken biri olarak nitelenmişti. Lâkin o, bekledikleri gibi biri değildi. Yüreğinde dehşetli bir aşk ateşi yanıyordu ve aşkını en yakınından dahi gizlemişti. O aşka lâyık olmak hiç de kolay değildi zira.
Evvelâ Peygamber Efendimize lâyık bir ümmet olmalı, düşmanlarını tanımalı, günün fennî ve ahlâkî ilimlerini bilmeli, rakibinin elini kolunu nasıl bağlaması gerektiğini hesap etmeliydi. Yeri geldiğinde gözü kara bir deli fırtına gibi esmeli, yeri gelince susabilmeli… Velhasıl çok şeyi bir arada olmalıydı. Sultan Mehmed zorluklarla yoğrulmuş, kıymetli âlimler tarafından eğitilmiş, ilmî ve fikrî iklimde hem de birkaç dilde kalem oynatabilen saygın biri hâline gelmişti. Aşkını yakından görmek için gizlice oraya gidip geldiği, onu nasıl elde edeceğini bizzat kendi gözüyle görüp inceleyerek hesapladığı bir gerçekti.
O da biliyordu ki bu yalnızca bir aşk değil, aynı zamanda yepyeni bir kapıydı. Yeni bir taç takacak, yeni bir milletin siyasetine dâhil olacak, yeni bir kapıyı açacak ve ardınca gelenlere büyük bir yol gösterecekti. Yazıldığı veya okunduğu kadar kolay değildir elbette; devletin iç dinamikleri sizi ikinci kez tahta çıkan beceriksiz bir hükümdar olarak görürken bu düşünceyi yıkıp parçalamak, sonra devleti kendi emeline kanalize etmek, gerçekten dâhiyane bir siyasetin eseridir.
İlk savaşı olan Karaman Seferi’nde kan dökmeden elde ettiği büyük başarı ve sonrasında devlet idaresini eline geçirmesi, ona büyük kolaylık sağladı. Tek hayâli sevdaya kavuşmak, iltifata mazhar olmak ve yeni bir pencere açmak, onu esir almıştı. Rüyalarına kadar giren aşk, nihayet çağ açıp çağ kapatan savaş ve fetih ile gerçekleşti.
Bin yıl yaşamış genç kız, nihayet onu gerçekten sevene, ona gerçek mânâda sahip çıkana, onu hiç olmadığı kadar yüceltene varmış oldu. Elbette Fatih Sultan Mehmed Han sadece bir savaşçı değildi. Osmanlı sultanları içerisinde kültürel, bilimsel ve yönetimsel alanda ilk sırayı alan müstesna bir kimlikti. “Avni” mahlasıyla şairdi. “Doğunun ve Batının Sultanı” olan İkinci Mehmed, iki imparatorluk, dört krallık, on prenslik yıkarak iki yüze yakın şehri Osmanlı idaresine geçirmiştir. “Büyük Kartal” namıyla Papa’ya korku salan Cihan Padişahı, imparatorluğunu 2 milyon 214 bin kilometrekare genişletmiştir. Ancak yaptığı her iş ve icraat tek bir gayeyle gerçekleştirmişti; İlâ-yı Kelîmetullah. Yani hak ve hakikat dâvâsı...
Onun yüreğinde yanan aşk, yalnızca İstanbul’u fethetmek değildi. O, Allah Resûlünün övgüsüne mazhar olmak istiyordu. İslâm’a yeni bir ufuk açmak, Osmanlı toprakları arasına sıkışmış bin yıllık Bizans’ı bitirerek daha büyük gazâlara yelken açmak istiyordu. Elde edeceği şey çok kıymetliydi ama o, hocasının kapısında içeri girmek için arz beklerken gözyaşı dökecekti. İnsanlık tarihinde böylesi bir tevazuu pek göremeyiz.
Savaştan savaşa koşan bir padişah, aynı zamanda dâhiyane bir politikacı, sarsılmaz bir iradeydi Fatih. Batılılar arasında İstanbul’un Fethi için kıyamet alâmetlerinden olduğu hususu işlenmiş olsa da kendileri için bu fetih, kıyamet demekti. Ellerinde olan son hükümdarlık tacı yani Roma İmparatoru tacı, en son olarak Fatih Sultan Mehmed Han’ın elindedir. Öyle ki, bunca asır geçmesine rağmen hâlen orada burada kinlerini dile getirmekten çekinmiyor, “Zulüm 1453’te başladı” diyerek acılarını diri tutuyorlar.
Fatih ne yaptı?
“Biri doğudan, diğeri güneyden gelen iki değerli âlimin öğrencisi Sultan İkinci Mehmed, Batı’nın uzun süredir koruduğu İstanbul’u fethetti…”
Vakti zamanında böyle başlamıştım yazıma ve devamında, “İstenirse çağ açıp çağ kapatan dünya tarihinin en büyük olaylarından birini sıradanlaştırabilirsiniz” demiştim.
Evet, dilenirse basite indirgenebilir ama kimse gerçeği yok sayamaz. Kimse onun mukaddesatına dil uzatamaz. Ne tarih, ne millet, ne de inancımız buna müsaade edebilir. Zira o, yalnızca İstanbul’u fethetmedi, kıyamete kadar sürecek hükmüyle İslâm’ın payitahtını fethetti ve çarmıha gerildiği söylenen Hazreti İsa’nın (as) peygamberlik görevi süresince çektiği acıların bedelini Roma İmparatorluğu’nu yıkarak ödetti.