Son ocak sönmeden bu vatan teslim olmaz!

O şehitlerden birkaçı arkadaşımdı. Erol Olçok, oğlu Abdullah Tayyip’le beraber köprü üzerinde şehit düştü. Halil Kantarcı’yı uzaktan tanırdım. Çok yakından tanıdığım bir yiğit daha vardı. Yeni Şafak’ta ve TVNet’te yaklaşık yirmi yıl boyunca görev yapan Mustafa Cambaz… Sık sık şehit olmak istediğini söylerdi. Biz de “Senin için savaş mı çıkaralım?” diye takılırdık. O kadar gönülden söylermiş ki…

“ŞEHİT” kelimesiyle ne zaman karşılaşsam, yüreğime bir sancı girer. Bakara Sûresi 154’üncü âyet çok açık: “Allah yolunda öldürülenler için ‘ölüler’ demeyin. Hayır, onlar diridirler, fakat siz bilemezsiniz.”

Evet, biz bilemeyiz! Anlamaya çalışsak, düşünüp kafa yorsak, tefsirlere baksak, biraz yaklaşabiliriz.

“Şehitler ölmez” diye haykıranlar, esasen bu âyeti terennüm etmektedirler. Cenâb-ı Allah, Kitabında “Bilemezsiniz” dedikten sonra, esasen bilme gayretine girmek de pek yerinde bir hareket olmasa gerek. Yine de insan meraklı yaratık. Daha iyi anlama çabası önünde dururken, o yola bakmakla yetinmiyor, birkaç adım atma hevesine kapılıyor.

O hâlde Diyanet tefsirine bakalım:

“Allah yolunda ölmek yani şehit olmak sıradan bir ölüm gibi değildir. Bu sebeple şehitlere ‘ölüler’ demek yani onların ölüp yok olduklarını düşünmek yanlıştır; aksine onlar diridirler; fakat insanlar bunu fark edemez, onların canlı olduğunu hissedemezler.

Taberî, âyeti şöyle yorumluyor: ‘Çünkü ölü, hayatı bitmiş, duyuları yok olmuş insandır; bu sebeple de hiçbir şekilde hiçbir şeyden lezzet alamaz, hiçbir nimeti algılayamaz. Hâlbuki sizden veya diğer kullarımdan biri Benim yolumda katledilmişse, böyleleri Benim nezdimde diridirler; onlar bol nimetler, geniş rızıklar içinde mutlu bir hayat yaşamaktadırlar...’

Fahreddin Er-Râzî’nin tefsiri de şöyledir: ‘Sabır gösterip namaz kılarak, dinimi yaşatma konusunda Benden yardım isteyin. Bu hususta düşmanlarıma karşı mallarınızla, bedenlerinizle savaşmanız gerekir de bunu yaparken canlarınız telef olursa zannetmeyin ki kendinizi zayi ettiniz! Aksine iyi bilin ki, ölenleriniz Benim nezdimde diridirler.’ (…)

Müfessirlerin çoğu bu âyeti, ruhun ölümsüzlüğü inancıyla açıklamışlardır. Buna göre esasen ölüm olayı, ruhun bedenden ayrılmasından ibaret olup, ölen ruh değil, bedendir. Ölümle ruh bedeni terk eder, beden canlılık fonksiyonunu tamamen kaybeder ve zamanla çürür gider (her canlının ölümü tadacağı ve bunun ne anlama geldiği hususunda bakınız Âl-i İmrân, 185); ruh ise varlığını sürdürür. Ölümden sonra iyilerin ruhları âhiretteki güzel mâkâmlarını görerek onunla mutlu olurlar; kötülerin ruhları da Cehennem’deki yerlerini görerek bundan elem duyarlar. Şehitler ise, yalnız yüksek mâkâmlarını görmekle kalmayıp Cennet nimetlerinden de faydalandırılırlar.”

Şehit olmak, herkese nasip olmaz! Onlar seçilmiş kişilerdir. İnsan ne kadar arzu ederse etsin, ancak lâyıksa o mertebeye erişebilir. Evet, şehitlik bir mertebedir! Sıradan insanların varabileceği en yüksek mertebe… Peygamber Efendimiz’e (sallallahu aleyhi ve sellem) komşuluk söz konusu, daha ne olsun?

“Şehit” kelimesini kavram olarak anlayabilmek için önce inanç gerekir. İnancı olmayanın algılaması imkân dâhilinde değildir. Amentü, noksansız olacak! “Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe, kadere, hayır ve şerrin Allah’tan olduğuna iman ettim” diyecek. “Ölümden sonra diriliş gerçektir” diyecek. “Allah’tan başka ilâh olmadığına, Hazreti Muhammed’in O’nun kulu ve elçisi olduğuna” gönülden, şeksiz şüphesiz inanacak. Bunların tamamına şahâdet etmeyen birinin inancı sakattır. İçlerinden bazılarına inanıp o kadarıyla yetinebileceğini düşünen, hiç düşünemese daha iyi!

Bu, ilk adım!

Muhteşem biriydi Mustafa. Tam bir çılgın Türk! Mutlaka öne atılmıştır heyecanla. Yiğitlikte, mertlikte, dürüstlükte benzeri az bulunur. Yaklaşık yirmi sene boyunca bir kere bile kırmadı, kırılmadı. Daha yapacak çok işi, projesi vardı. Nasip değilmiş. Şehit oldu. Çok sevdiği bu vatan için göğsünü mermilere siper etti. Diğer şehit ve gazilerimizle beraber hayâsızları durdurdu.

Sonrasında, o yolda dünya hayatından vazgeçebilme kararlılığı gelir. Allah yolunda, Kitap yolunda, Efendimiz (sav) yolunda canını fedâ etme arzusu, diğer arzuların üstünde olmalı. Vatan sevgisinin imandan olduğuna inananlar için şehitliğe kavuşmak, ihsanların en yücesiyle şereflenmektir.

Pek çok gazi tanıdım. Bazıları Çanakkale gazisiydi. Kıbrıs gazileriyle sohbet ettim. Güneydoğu’da görev yaparken veya başka şehirlerde meydana gelen terör saldırılarında yaralananlarla tanıştım. Gazilerle tanışmak mümkün. Ancak şehitlerle tanışamaz insan. Öncesinde karşılaşmak, görüşmek, sohbet etmek mümkün olsa da o aşamada henüz şehit olmamıştır.

Bu ülkenin kaderi acılarla dolu. Savaşlar hiç yakamızı bırakmadı. Milletimiz Çanakkale’de, Yemen’de, Millî Mücadele’de düşmana karşı amansızca çarpıştı. Balkan Harbi’nde, 93 Harbi’nde, Plevne’de, Preveze’de, Malazgirt’te, Dandanakan’da, Mekke ve Medine’de şehit olmak için yarıştı. En son 15 Temmuz’u yaşadık… Bir savaş mıydı? Alışıldık anlamda bir savaş yoktu ortada. Bir saldırı… Gözü dönmüş şekilde, kendi içimizden birileri bütün silahlarla saldırıya geçti. Büyük bir plânın parçası olduğunu anlamakta gecikmedik.

Görünüşte, karşımızda düşman askerleri yoktu. Kendi ordumuzun askerleri halka ateş ediyor, bomba yağdırıyorlardı. Tanklarla üstünden geçiyor, helikopterden tarıyorlardı. Hedef gözetmeksizin yapılan atışlarda 252 yiğit kardeşimiz şehit düştü. Yaklaşık üç bin yiğidimiz gazi oldu. Esasen o gece sokağa çıkan ve çıplak elleriyle hainlere karşı vatanını savunmak için göğsünü siper edenlerin tamamı gazidir. 

O şehitlerden birkaçı arkadaşımdı. Erol Olçok, oğlu Abdullah Tayyip’le beraber köprü üzerinde şehit düştü. Halil Kantarcı’yı uzaktan tanırdım. Çok yakından tanıdığım bir yiğit daha vardı. Yeni Şafak’ta ve TVNet’te yaklaşık yirmi yıl boyunca görev yapan Mustafa Cambaz… Sık sık şehit olmak istediğini söylerdi. Biz de “Senin için savaş mı çıkaralım?” diye takılırdık. O kadar gönülden söylermiş ki…

En son, 14 Temmuz’da, darbe teşebbüsünden bir gün önce Çengelköy Çınaraltı’ndaki çay bahçesinde, elini masaya vurup ayağa kalkarak o arzusunu dile getirmişti: “Ben şehit olmak istiyorum arkadaş!”

Editörlük, muhabirlik, yapımcılık, idare müdürlüğü yaptı. En yoğun olarak, son on yılı fotoğraf peşinde koşmakla geçti. Memleketi bir uçtan bir uca birkaç defa dolaştı. Pek çok yere beraber gittik. Edirne’den Kars’a kadar… Çanakkale Şehitliği’ni de, Sarıkamış Şehitliği’ni de beraber dolaştık. Nereden bilirdim bir gün onların arasına karışacağını?

CIA eski Başkanı Org. David Petraeus’a muhtemel bir Türk-ABD çatışmasında neler olabileceği sorulduğu zaman, şöyle cevap verdiğini okumuştum bir yerde: “Türklerin bölgedeki Araplardan farklı olduğunu bilmek gerekir. Orada durup iki defa düşünmek gerekir. Türklerden bahsediyoruz, kontrolümüzdeki Araplardan değil. Düzenli taktik ve bizde bile olmayan disiplinli bir orduya sahipler. Geri çekilme gibi bir huyları yok. Ve bu ihtimâli hiç düşünmüyorlar. Topyekûn savaşan bir millet. İhtimâl hesapları yapmıyorlar, akıllarında toprakları ve dinleri varsa, kaygılanıp sonlarını düşünmüyorlar. Son iki yıl içinde ABD, Suriye’nin kuzeyinde PYD’ye teknik bilgi aktarımı yapmış, ancak Türkiye karşısında hiçbir başarı sağlanamamıştır. Bunu söylememem gerekir ama sırf bu yüzden onlarca ABD’li general ya emekli edildi ya da kovuldu. Ülkeye giriş yapan her ABD ve Avrupalı turist adım adım izleniyor. Şu an böyle kritik bir durum hem bizim için, hem de dünyanın geri kalanı için çok büyük bir risk teşkil eder.”

Çok doğru! Biz, şehit olmak için koşa koşa gideriz. Hesap yapmadan, gözümüzü kırpmadan... Konu vatansa, milletse, istiklâlse, ötesi teferruattır bizim gözümüzde. Şehit olmak, varılabilecek en yüce mâkâmdır. Bayrağın inmemesi, ezanların dinmemesi için seve seve hayatımızdan vazgeçeriz.

Tüten en son ocak sönene kadar mücadele etmekten, vatanımızı savunmaktan geri durmayız. Ezelden beri hür yaşadığımız için, esareti ihtimâl olarak dahi düşünmeyiz. Düşünemeyiz. Cesaretimizin kaynağı budur.


Bize saldırmayı düşünenlerin, hesap yaparken bunu her zaman dikkate almaları gerekir. Aramızdaki mandacılar, vesayetçiler, büyük ağabeyciler de bunu unutmamalı.

15 Temmuz, hiç şüphesiz bir işgal hareketinin en yoğun sahnesiydi. Gezi kalkışması ile başlayan ve dozu her adımda daha da artan bir silsilenin son gecesi… Durdurulması gereken bir güç vardı. Bir şekilde kolunun kanadının kesilmesi gerekiyordu. Onun için ne plânlar yaptılarsa her birini sırayla uyguladılar. Yine de sonuç alamadılar.

En son kozlarını 15 Temmuz’da kullandılar. O da işe yaramadı. CIA eski Başkanı’nın uyarılarını yeterince dikkate almadıkları ortadaydı. Arzu ettikleri gibi bitmedi. Gün doğarken, gökyüzünde ay yıldızlı bayraklar dalgalanıyordu. Büyük bir inançla, “Şehitler ölmez, vatan bölünmez” diye haykırıyordu bütün milletimiz. Hainler hâriç elbette! Onların bir kısmı o hengâmede dışarı kaçmayı başardı, bir kısmı yakalanıp hapse tıkıldı.

Burada, aziz şehidimiz Mustafa Cambaz hakkında sorulan birkaç soruya verdiğim cevaplardan bir kısaltma yapmak uygun düşecek.

“Kayıt fotoğrafçısıyım” derdi. Sanatçı sıfatı ayağa düştüğü içindi belki de… “Fotoğraf sanatçısı” sözünden hoşlanmazdı. Onunla ilgili bir yazıyı daha önce Kültür Ajanda’da yayınladığım ve kendisi de okuduğu için bahtiyarım. Ne yazık ki, derginin basılı hâlini göremedi. “Türkiye’nin Ulu Camileri”nin hepsini bir kitapta topladı. 15 Temmuz’dan iki ay kadar önce Ankara’da, o kitapta yer alan fotoğrafların bir kısmıyla sergi açtı. Mustafa, eşi ve oğluyla beraber gittik Ankara’ya. Son uzun yolculuğumuz oldu. Yine dolaşa dolaşa gitmiştik. Pek çok fotoğraf çekti o yol boyunca.

Yalnız Ulu Camileri çekmedi Mustafa. Türkiye’nin her köşesini dolaştı. İlçeleri, köyleri gezdi. Dere tepe demedi, güzel bir açı için koştu, tırmandı her yere. “Oraya çıkmak bir saat sürer” diyenler, Mustafa’nın üç beş dakikada çıktığını görünce hayrete düştüler. O yüzden ben ona bazen “Camibaz” derdim. Fakat yalnız cami fotoğrafı çekmedi. Çeşmeler, kervansaraylar, evler, türbeler… Tarihî eser niteliği taşıyan ne varsa ilgi alanına girerdi. Hepsini çekmeyi vazîfe edinmişti. O kadar çok fotoğrafın bir de tasnifini düşünün… Gündüz çektiği fotoğrafları gece tasnif ederdi. Müthiş bir enerji!

O tarihî eserlerin her biri için ayrı kitap düşünüyordu. Bir kısmı bitmek üzere, bir kısmı yarım hâlde kaldı.

Ajanda Ailesinden biriydi Mustafa. En sevilenlerden… Yavuz Selim’le beraber üçümüz, kar kış demeden Gaziantep, Şanlıurfa ve Kilis’e gitmiştik. Bir hafta dolaştık. Unutulmaz hatıralar biriktirdik. Harika insanlar tanıdık. Dönüşü Adana üzerinden yapmıştık.

Mustafa’nın o gezide ayrı bir heyecanı vardı. Bütün gezileri boyunca tanıştığı insanlarla yaşadıklarını not aldığını söylemişti. O hatıraları bir kitapta toplamak istiyor ve “Bunun fotoğraflardan çok daha şık olacağını düşünüyorum” diyordu. Çünkü insana bakışı muhteşemdi. Küçük büyük demez, herkese hürmet gösterirdi. Uyuz bir köpeği de severdi, yılanı çıyanı da. Sadece vatanına hainlik yapanlara zerre kadar itibar etmez, her fırsatta aşağılardı. Elinden gelse, her birini tek hamlede yok edebilirdi.

Yeni Şafak’ta yaklaşık yirmi yıl birlikte çalıştık. İlk günden son güne kadar hiç ayrılmadan, birbirimizi hiç kırmadan… Onun hakkında olumsuz düşünen veya konuşan birine rastlamak imkânsızdır. Şehit olduğunu öğrenince, elbette iftihar ettik ama büyük bir yalnızlığa düştük, derin bir acı yaşadık. Hâlâ kabullenmek zor. Yokluğuna alışmak zor. “Rabbim, bizi orada da ayırmasın” diye duâ ediyorum. Ve şimdi gözlerimin önüne gülüşü geliyor… İnsanı kalbinden yakalayan gülümsemesi…


En son 15 Temmuz gecesi 01:16’da görüştük. “Çengel Karakolu önündeyiz, vatandaşa kurşun sıkıyorlar” dedi. Az sonra Hikmet Gök’ü aradım, Mustafa’nın vurulduğunu söyledi. Ötesini söyleyemedi. Hastaneye gitmek için çıktım, 17 kilometrelik yolu beş saatte zor gittim…

Muhteşem biriydi Mustafa. Tam bir çılgın Türk! Mutlaka öne atılmıştır heyecanla. Yiğitlikte, mertlikte, dürüstlükte benzeri az bulunur. Yaklaşık yirmi sene boyunca bir kere bile kırmadı, kırılmadı. Daha yapacak çok işi, projesi vardı. Nasip değilmiş. Şehit oldu. Çok sevdiği bu vatan için göğsünü mermilere siper etti. Diğer şehit ve gazilerimizle beraber hayâsızları durdurdu. Mekânı cennet olsun, Rabbim bize yardım etsin!

Gazete ve evinin çevresinde ne kadar kedi varsa beslerdi. Hepsi onu uzaktan tanır, gelirdi. Kedilerin en yakın dostuydu. Kediler de yetim şimdi…

Vatandaşlık alamadı. Hep bürokratik engeller çıktı önüne. Hâlbuki o Yunan askeri olmamak için Gümülcine’deki köyünü polisten kaçarak terk etmişti. Bir Kurban Bayramı sabahı… “Asker olacaksam, Türk askeri olurum” diyordu. Talihe bakın ki, Türk askeri kıyafeti giymiş düşman askerinin kurşunuyla şehit oldu.

Vatandaşlık alabilseydi, hemen o gün pasaporta başvuracaktı. İlk olarak, yirmi yıldır gitmediği köyüne (Gümülcine, Menetler) gider sanıyorduk. Bir gün niyetini açıkladı. “İlk olarak Mekke ve Medîne” dedi, “Oradan Kudüs, sonra Bosna, en son Gümülcine”… Hayatta en fazla görmek ve fotoğraflamak istediği yerleri bu şekilde sıralamıştı.