Son Nebî, “son insan” mıdır?

Ve yine Kur’ân bize öğretti ki, “Son Nebî” sıfatı “öncekini unutmayı” emretseydi, önceki nebîler Son Nebî’den daha fazla zikredilmezlerdi. Demek ki Kur’ân, bize öğretmekte ısrarlı. Ama biz de bildiğimizi söylemekte ısrarlıyız. Peki, buna ne denir? Tabiî ki “kendi sonunu getirmek”!

Nebî’nin sonunu getirmek

MÜSLÜMANLARIN Hz. Muhammed Mustafa için “Son Nebî” tasdiki, kuşkusuz Vahyin tanımına olan sadakat içindir. Ancak Müslümanların “Son Nebî” algısı, yorumu ve hatta kültürü incelenip gözlemlendiğinde bir metot krizi yaşandığını ve insanlık tarihini okumada bazı hatalar yapıldığını tespit etmekteyiz.

Örneğin “Son Nebî” demek, “Vahyin inşâ ettiği bir insanlık ve medeniyet vardı ve Hz. Muhammed ile bu süreç taçlandı/kemâle erdi” demektir. Oysa Müslümanlar, sanki tüm dünya cahil, vahşi ve karanlık bir hâldeydi ve önceki vahyin inşâ ettiği her şey yok olmuştu da “Hz. Muhammed ile vahiy ilk ve son kez orijinaliyle geldi ve tamamlandı” ezberine düştüler.

Bu yorum, doğal olarak Hz. Muhammed’e kırk yaşında Hira mağarasında vahyin gelişinden önceki insanlık tarihine Müslümanların kayıtsız, ihtiyaç duyulmayan ve en önemlisi de “hafıza yüklemede virüslü bilgi” gibi davranmalarıyla sonuçlanabilmiştir. Nitekim Müslüman düşünce tarihinde Hz. Muhammed öncesi tarihe ilişkin edebiyat, tarih, arkeoloji ve dinler tarihi açısından eser/telif ihtiyacı istisnalar hâricinde gelişmemiştir, geliştirilmemiştir. Peki, neden?

Müslümanların medeniyet tasavvuru içinde, Kur’ân’ın ısrarına rağmen neden “Hz. Muhammed öncesi” etkin değildir? Çünkü Hz. Muhammed Mustafa’nın vefatından yüz yıl geçmeden, “ümmetçilik” ideolojisi “insanlığın mirası ve kadim vahiy geleneğini” terk etmiş ve yerine “Araplaştırılmış dindarlık” eşiğini getirmiştir. Bir başka ifadeyle, “Vahyin medeniyet tarifi, tasviri ve hedefi ‘insan’ merkezli olmaktan çıkmış ve yerine ‘dil tasavvuru’ geçmiştir”. Yani insan, özde ve sözde “dil” kabına tıkıştırılmıştır. Bu tuzağı, “Kur’ân Arapçadır” şeklindeki dil oyunu içinde anlamlandıran “politik dindarlar” kurmuşlardır.

Emevîler, Vahyi “insan” göğünden “dil” arzına indirmişlerdir. Nitekim “ırkçılık” dediğimiz şeyin ana motoru ve mottosu da hep “dil” üzerinden dillendirilmiştir. Arapça konuşanların Arapçılığı, Kürtçe konuşanların Kürtçülüğü, Türkçe konuşanların Türkçülüğü… Özde Vahyin tasavvurunu insan ekseninden dil eksenine indirmek... Nitekim dil demek, “coğrafya” demektir; insan ise “gökyüzü”…

Kur’ân’ın insan ile kurduğu ilişki/iletişim, gökten yere inen Vahyin insanın elinden tutup onu göklere çıkarması şeklindedir. Kur’ân, “Arapça” olarak inmesini oldukça sade bir gerekçeye yaslamaktadır: “Anlamadığımız dilde bize neden hitap edilir ki?” denilmesin diye…

Ancak zamanla Müslümanca düşünme, Vahiyce akıl yürütme terk edilince, onun yerine, “Kıyamete kadar insanlığın ihtiyaç duyduğu her şey Kur’ân’daki Arapça gramerde ve Arapça kelimelerin harf başı düşen sırlarındadır” şeklindeki denklemle formül hazırlanmıştır. Oysa bu, bir dil oyunudur!

Kuşkusuz Vahiy “Arapça” inince, Kur’ân’ın Arapçası, Arapların kullandığı Arapçadan daha zengin, daha etkin, daha mucizevî ölçekte bir güce sahip olacaktır. Ancak bu, “İnsan metne sığar ve metin Arapça ise, o hâlde insanlık da özünde Arapça gramerde saklı” gibi bir sonuca götürülemez. Ancak Emevîler döneminde bu yapılmıştır. Daha açık bir ifadeyle söyleyelim: Nebî’nin (sav) sonu, “Arapça dili” ile getirilebilmiştir. Çok ilginçtir, Nebî’nin (sav) hayatı ve Ashâb-ı Kirâm’ın Kur’an ve Sünnet’i yaşayarak ve toplumsal ölçekte kuşaktan kuşağa aktararak ortaya koyduğu medenîlik hâli değil de Arapça bilenlerin rehberliğine mahkûm bir dindarlığa ulaşılabilmiştir.

Müslüman düşünce tarihine “dillerin hâkimiyet serüveni ve dillenen dindarlık” ekseninde bakmakta fayda var. Hz. Muhammed’in (salât ve selâm üzerine olsun) “Son Nebî” oluşunu yorumlarken, Kur’ân’ın ısrarla tekrarladığı “Hz. İbrahim milletine tâbi olmakla emrolunmak” düsturu unutulmuştur. Müslüman düşüncesinde Yahudiliğin ve Hıristiyanlığın “Sırat-ı Müstakim” olmadığı inancı ile medeniyet tasavvurunda ve insanlık ufkunda Hz. Muhammed öncesinin sahiplenilmesi arasındaki nitelik farkı da unutulmuştur.

Evet, Müslümanlar Kur’ân’da ismi geçen Nebîleri sever, sayar ve hatta çocuklarına isim olarak onların isimlerini dahi verirler. Hatta Kur’ân’daki kıssaları da ezberlenmiştir. Ancak Son Nebî öncesi nebîlerin yaşadıkları bölgelere, tarihlerine ve insanlık medeniyetine kattıkları kültürlere ilgi, “Yok!” denilecek kadar azdır. Zaten Müslüman düşünce tarihinin “Son Vahyin Arapça inmesi sonrası” dünya dillerine karşı yabancılaşmasının hızlanması da bu algı seçiciliğindeki hatadan kaynaklanmaktadır.

Kıyamet öncesi son şehir Medine midir?

Medeniyet tarif ve tasavvurlarında dilden sonra en önemli ayraç, ölçü ve imkân, kuşkusuz “şehir”dir. İnsanlık hafızasının kara kutusu şehirlerdir. Çok ilginçtir ki, Müslümanların, Mekke ve Medine şehirlerindeki Vahyin iniş serencâmı sonrası ilk unuttukları şehir, önceki nebîlerin çoğunun ve Hz. İbrahim’in de ana şehri olan “Kudüs” olmuştur. Müslümanlar “Süleyman Mabedi”ni bilirler, ancak Süleyman Mabedi merkezli Kudüs’teki medeniyet inşâsına yabancıdırlar. Oysa Kur’ân, ısrarla nebîlerin şehirlerine gitmemizi, ibret almamızı ve vahyin devamı gibi şehirlerin de devamının altını çizer.

Kuşkusuz çağımız Müslümanlarında Semerkant, Saraybosna, Şam, Endülüs, Mekke ve Medine şehirlerinin hepsini kucaklayan bir hafıza vardır; ancak dikkatlice bakılırsa, bu hafızanın ana nedeni, “Osmanlı İmparatorluğu dönemindeki siyâsî hâkimiyet ve verilen hizmetlerin hatırası” önceliğinde sıralanır. Nitekim bu hafıza da -çok ilginçtir ki- Osmanlı sınırları içinde olmayan şehirler yer almaz. Örneğin İran şehirleri -ki Şii Safevî dönemi sonrası baskındır- yahut Afrika’daki birçok İslâm şehri bu hafızada yer edinememiştir.

Vahyin Mekke ve Medine şehrindeki insan modeli, tabiî ki Vahyin insanıdır ve tabiî ki özeldir, güzeldir ve örnektir. Ancak kıyamete kadar tüm şehirleri Medine ile anlamak ve çözümlemek, hem Medine’yi anlamamak, hem de tuhaf bir çelişki olarak görüntü vermektedir. Çünkü “Vahiy Yesrib’i aldı, ‘Medine’ yaptı” diyoruz ama Medine dışındaki diğer şehirleri Medine yapmak noktasında bir zihinsel ve eylemsel plân içinde olmuyoruz.

Tarih kıyamete doğru akarken, Müslümanların geriye doğru akma ısrarı şu gerçeğe işaret ediyor: Müslümanlar, ânı, zamanı ve mekânı inşâ eden “bugün” için sahip olunan Vahyin enerjisini artık yakalayamıyorlar ve sürekli şekilde “Vahiy tarihi” dersindeki öğrenci konumunda kalıyorlar. Oysa Vahiy, bize Medine ile “şehirleşme ve şehir kültürü” örneklemesi yapıyor.

Nitekim bugün bile Medine şehri, Rehberimiz, Güzel Örneğimiz Hz. Muhammed Mustafa’nın bâkî mekânı dışında şehir olarak bize hiçbir şey anlatmıyor. Hatta Mekke bile Mescid-i Haram’ın dibinde yükselen New York çakması görüntüsüyle kendini inkâr eden bir kentleşme içinde! Modern zamanlarda İstanbul, Bursa, Şam ve Kahire gibi onlarca şehirleşme örneğine baktığımızda, bir “medenîyetsizlik” içine düştüğümüzü görmekteyiz.

Ve Hz. İsa

Müslüman düşünce geleneği içinde “Hz. İsa’nın tekrar yeryüzüne gelişi” fikrinin/inancının özünde bile “politik” tasvirler, İslâm’ın yeryüzüne hâkim kılınması ve yeryüzüne hâkim kâfirlerin tasfiyesi vardır. Örneğin Hz. İsa ile nasıl bir insan, nasıl bir şehir ve hatta nasıl bir medeniyet tasavvuru gelişeceğine ilişkin tek bir cümlelik fikir yoktur. Bu bağlamda Hz. İsa’nın gelişine ilişkin akidevî veya kelâmî tartışmaların dışında bir Hz. İsa tasavvuru bile yoktur.

Bugün dünyadaki Yahudi, Hıristiyan, Müslüman ve Uzakdoğu’daki inanışlar, neredeyse “dondurulmuş nüfuslar” şeklinde bir çeşit “no-frost dindarlık” kabındadır. Kişi hangi coğrafyada doğmuşsa, Allah hidayet etsin, o ortamın dini üzere ömürlenmektedir.

Sonuç olarak, insan ve Vahiy ilişkisini dile indirgemek, şehirle sınırlamak ve kıyamete yaklaştıkça “kurtarıcı” formuna bağlamak, özde ve sözde medeniyet inşâsı yerine, “medenîlik sicili ve övünçlenen medeniyet müzesi” sınırında kalmış bir dindarlık üretmektedir.

Oysa Kur’ân’ın bize öğrettiği bir şey var: İnsan metne sığsaydı, Vahiy toptan inerdi!

Ve yine Kur’ân bize öğretti ki, “Son Nebî” sıfatı “öncekini unutmayı” emretseydi, önceki nebîler Son Nebî’den daha fazla zikredilmezlerdi. Demek ki Kur’ân, bize öğretmekte ısrarlı. Ama biz de bildiğimizi söylemekte ısrarlıyız. Peki, buna ne denir? Tabiî ki “kendi sonunu getirmek”!