Nebî’nin
sonunu getirmek
MÜSLÜMANLARIN Hz. Muhammed
Mustafa için “Son Nebî” tasdiki, kuşkusuz Vahyin tanımına olan sadakat içindir.
Ancak Müslümanların “Son Nebî” algısı, yorumu ve hatta kültürü incelenip
gözlemlendiğinde bir metot krizi yaşandığını ve insanlık tarihini okumada bazı
hatalar yapıldığını tespit etmekteyiz.
Örneğin
“Son Nebî” demek, “Vahyin inşâ ettiği bir insanlık ve medeniyet vardı ve Hz. Muhammed
ile bu süreç taçlandı/kemâle erdi” demektir. Oysa Müslümanlar, sanki tüm dünya
cahil, vahşi ve karanlık bir hâldeydi ve önceki vahyin inşâ ettiği her şey yok
olmuştu da “Hz. Muhammed ile vahiy ilk ve son kez orijinaliyle geldi ve
tamamlandı” ezberine düştüler.
Bu
yorum, doğal olarak Hz. Muhammed’e kırk yaşında Hira mağarasında vahyin
gelişinden önceki insanlık tarihine Müslümanların kayıtsız, ihtiyaç duyulmayan
ve en önemlisi de “hafıza yüklemede virüslü bilgi” gibi davranmalarıyla
sonuçlanabilmiştir. Nitekim Müslüman düşünce tarihinde Hz. Muhammed öncesi
tarihe ilişkin edebiyat, tarih, arkeoloji ve dinler tarihi açısından eser/telif
ihtiyacı istisnalar hâricinde gelişmemiştir, geliştirilmemiştir. Peki, neden?
Müslümanların
medeniyet tasavvuru içinde, Kur’ân’ın ısrarına rağmen neden “Hz. Muhammed
öncesi” etkin değildir? Çünkü Hz. Muhammed Mustafa’nın vefatından yüz yıl
geçmeden, “ümmetçilik” ideolojisi “insanlığın mirası ve kadim vahiy geleneğini”
terk etmiş ve yerine “Araplaştırılmış dindarlık” eşiğini getirmiştir. Bir başka
ifadeyle, “Vahyin medeniyet tarifi, tasviri ve hedefi ‘insan’ merkezli olmaktan
çıkmış ve yerine ‘dil tasavvuru’ geçmiştir”. Yani insan, özde ve sözde “dil”
kabına tıkıştırılmıştır. Bu tuzağı, “Kur’ân Arapçadır” şeklindeki dil oyunu
içinde anlamlandıran “politik dindarlar” kurmuşlardır.
Emevîler,
Vahyi “insan” göğünden “dil” arzına indirmişlerdir. Nitekim “ırkçılık”
dediğimiz şeyin ana motoru ve mottosu da hep “dil” üzerinden dillendirilmiştir.
Arapça konuşanların Arapçılığı, Kürtçe konuşanların Kürtçülüğü, Türkçe
konuşanların Türkçülüğü… Özde Vahyin tasavvurunu insan ekseninden dil eksenine
indirmek... Nitekim dil demek, “coğrafya” demektir; insan ise “gökyüzü”…
Kur’ân’ın
insan ile kurduğu ilişki/iletişim, gökten yere inen Vahyin insanın elinden
tutup onu göklere çıkarması şeklindedir. Kur’ân, “Arapça” olarak inmesini
oldukça sade bir gerekçeye yaslamaktadır: “Anlamadığımız dilde bize neden hitap
edilir ki?” denilmesin diye…
Ancak
zamanla Müslümanca düşünme, Vahiyce akıl yürütme terk edilince, onun yerine,
“Kıyamete kadar insanlığın ihtiyaç duyduğu her şey Kur’ân’daki Arapça gramerde
ve Arapça kelimelerin harf başı düşen sırlarındadır” şeklindeki denklemle
formül hazırlanmıştır. Oysa bu, bir dil oyunudur!
Kuşkusuz
Vahiy “Arapça” inince, Kur’ân’ın Arapçası, Arapların kullandığı Arapçadan daha
zengin, daha etkin, daha mucizevî ölçekte bir güce sahip olacaktır. Ancak bu,
“İnsan metne sığar ve metin Arapça ise, o hâlde insanlık da özünde Arapça
gramerde saklı” gibi bir sonuca götürülemez. Ancak Emevîler döneminde bu
yapılmıştır. Daha açık bir ifadeyle söyleyelim: Nebî’nin (sav) sonu, “Arapça
dili” ile getirilebilmiştir. Çok ilginçtir, Nebî’nin (sav) hayatı ve Ashâb-ı
Kirâm’ın Kur’an ve Sünnet’i yaşayarak ve toplumsal ölçekte kuşaktan kuşağa
aktararak ortaya koyduğu medenîlik hâli değil de Arapça bilenlerin rehberliğine
mahkûm bir dindarlığa ulaşılabilmiştir.
Müslüman
düşünce tarihine “dillerin hâkimiyet serüveni ve dillenen dindarlık” ekseninde
bakmakta fayda var. Hz. Muhammed’in (salât ve selâm üzerine olsun) “Son Nebî”
oluşunu yorumlarken, Kur’ân’ın ısrarla tekrarladığı “Hz. İbrahim milletine tâbi
olmakla emrolunmak” düsturu unutulmuştur. Müslüman düşüncesinde Yahudiliğin ve
Hıristiyanlığın “Sırat-ı Müstakim” olmadığı inancı ile medeniyet tasavvurunda
ve insanlık ufkunda Hz. Muhammed öncesinin sahiplenilmesi arasındaki nitelik
farkı da unutulmuştur.
Evet,
Müslümanlar Kur’ân’da ismi geçen Nebîleri sever, sayar ve hatta çocuklarına
isim olarak onların isimlerini dahi verirler. Hatta Kur’ân’daki kıssaları da
ezberlenmiştir. Ancak Son Nebî öncesi nebîlerin yaşadıkları bölgelere,
tarihlerine ve insanlık medeniyetine kattıkları kültürlere ilgi, “Yok!” denilecek
kadar azdır. Zaten Müslüman düşünce tarihinin “Son Vahyin Arapça inmesi sonrası”
dünya dillerine karşı yabancılaşmasının hızlanması da bu algı seçiciliğindeki
hatadan kaynaklanmaktadır.
Kıyamet
öncesi son şehir Medine midir?
Medeniyet
tarif ve tasavvurlarında dilden sonra en önemli ayraç, ölçü ve imkân, kuşkusuz
“şehir”dir. İnsanlık hafızasının kara kutusu şehirlerdir. Çok ilginçtir ki,
Müslümanların, Mekke ve Medine şehirlerindeki Vahyin iniş serencâmı sonrası ilk
unuttukları şehir, önceki nebîlerin çoğunun ve Hz. İbrahim’in de ana şehri olan
“Kudüs” olmuştur. Müslümanlar “Süleyman Mabedi”ni bilirler, ancak Süleyman Mabedi
merkezli Kudüs’teki medeniyet inşâsına yabancıdırlar. Oysa Kur’ân, ısrarla nebîlerin
şehirlerine gitmemizi, ibret almamızı ve vahyin devamı gibi şehirlerin de
devamının altını çizer.
Kuşkusuz
çağımız Müslümanlarında Semerkant, Saraybosna, Şam, Endülüs, Mekke ve Medine şehirlerinin
hepsini kucaklayan bir hafıza vardır; ancak dikkatlice bakılırsa, bu hafızanın
ana nedeni, “Osmanlı İmparatorluğu dönemindeki siyâsî hâkimiyet ve verilen hizmetlerin
hatırası” önceliğinde sıralanır. Nitekim bu hafıza da -çok ilginçtir ki-
Osmanlı sınırları içinde olmayan şehirler yer almaz. Örneğin İran şehirleri -ki
Şii Safevî dönemi sonrası baskındır- yahut Afrika’daki birçok İslâm şehri bu hafızada
yer edinememiştir.
Vahyin
Mekke ve Medine şehrindeki insan modeli, tabiî ki Vahyin insanıdır ve tabiî ki
özeldir, güzeldir ve örnektir. Ancak kıyamete kadar tüm şehirleri Medine ile
anlamak ve çözümlemek, hem Medine’yi anlamamak, hem de tuhaf bir çelişki olarak
görüntü vermektedir. Çünkü “Vahiy Yesrib’i aldı, ‘Medine’ yaptı” diyoruz ama
Medine dışındaki diğer şehirleri Medine yapmak noktasında bir zihinsel ve
eylemsel plân içinde olmuyoruz.
Tarih
kıyamete doğru akarken, Müslümanların geriye doğru akma ısrarı şu gerçeğe işaret
ediyor: Müslümanlar, ânı, zamanı ve mekânı inşâ eden “bugün” için sahip olunan
Vahyin enerjisini artık yakalayamıyorlar ve sürekli şekilde “Vahiy tarihi”
dersindeki öğrenci konumunda kalıyorlar. Oysa Vahiy, bize Medine ile
“şehirleşme ve şehir kültürü” örneklemesi yapıyor.
Nitekim
bugün bile Medine şehri, Rehberimiz, Güzel Örneğimiz Hz. Muhammed Mustafa’nın
bâkî mekânı dışında şehir olarak bize hiçbir şey anlatmıyor. Hatta Mekke bile
Mescid-i Haram’ın dibinde yükselen New York çakması görüntüsüyle kendini inkâr
eden bir kentleşme içinde! Modern zamanlarda İstanbul, Bursa, Şam ve Kahire
gibi onlarca şehirleşme örneğine baktığımızda, bir “medenîyetsizlik” içine
düştüğümüzü görmekteyiz.
Ve
Hz. İsa
Müslüman
düşünce geleneği içinde “Hz. İsa’nın tekrar yeryüzüne gelişi” fikrinin/inancının
özünde bile “politik” tasvirler, İslâm’ın yeryüzüne hâkim kılınması ve yeryüzüne
hâkim kâfirlerin tasfiyesi vardır. Örneğin Hz. İsa ile nasıl bir insan, nasıl
bir şehir ve hatta nasıl bir medeniyet tasavvuru gelişeceğine ilişkin tek bir
cümlelik fikir yoktur. Bu bağlamda Hz. İsa’nın gelişine ilişkin akidevî veya
kelâmî tartışmaların dışında bir Hz. İsa tasavvuru bile yoktur.
Bugün
dünyadaki Yahudi, Hıristiyan, Müslüman ve Uzakdoğu’daki inanışlar, neredeyse
“dondurulmuş nüfuslar” şeklinde bir çeşit “no-frost dindarlık” kabındadır. Kişi
hangi coğrafyada doğmuşsa, Allah hidayet etsin, o ortamın dini üzere
ömürlenmektedir.
Sonuç
olarak, insan ve Vahiy ilişkisini dile indirgemek, şehirle sınırlamak ve
kıyamete yaklaştıkça “kurtarıcı” formuna bağlamak, özde ve sözde medeniyet inşâsı
yerine, “medenîlik sicili ve övünçlenen medeniyet müzesi” sınırında kalmış bir
dindarlık üretmektedir.
Oysa
Kur’ân’ın bize öğrettiği bir şey var: İnsan metne sığsaydı, Vahiy toptan inerdi!
Ve yine Kur’ân bize öğretti ki, “Son Nebî” sıfatı “öncekini unutmayı” emretseydi, önceki nebîler Son Nebî’den daha fazla zikredilmezlerdi. Demek ki Kur’ân, bize öğretmekte ısrarlı. Ama biz de bildiğimizi söylemekte ısrarlıyız. Peki, buna ne denir? Tabiî ki “kendi sonunu getirmek”!