
TÜRKİYE-İsrail yakınlaşması
mı, yoksa Erdoğan-Herzog görüşmesi mi? Her neyse, ikisi de zâten aynı kapıya
çıkıyor.
Her
şeyden önce şunu belirtmeliyim ki, devletlerarası ilişkiler ve liderler arası
görüşmeler her zaman olabilir, oluyor da. Ve bu, son derece tabiî bir durumdur.
Hatta söz konusu devletler şu veya bu şekilde târihî olarak birbirlerinin kadîm
düşmanları olsalar bile…
Belki
bazılarımız bunu kabullenmekte biraz zorlanırız ama “uluslararası reel politik”
denilen şey, böyle bir şeydir işte. Devletler arasında ebedî dostluklar ve
düşmanlıklar olmaz. Karşılıklı menfaatler esastır. Görüşmeler, buluşmalar
olmasa sorunlar nasıl çözülecek ki?
Bu
mevzûlardaki temel sorun, liderlerin zaman zaman üst perdeden konuşarak ve
sloganik ifâdelerle nutuklar atarak, âmiyâne tâbirle, halkı gaza getirici
konuşmalar yapmalarıdır.
İşte,
zaman zaman yapılan bu tür konuşmalar halkları birbirine düşman etse de, bir
süre sonra hiçbir şey olmamış gibi liderler el altından ya da açıktan
görüşmeler yapabilirler. Aynen Erdoğan-Herzog görüşmesinde olduğu gibi...
O
zaman insanın sorası geliyor: Peki, ne gerek vardı üst perdeden konuşup da halkları
galeyana getirmeye? Bu tür konuşmalardan etkilenip de yola çıkan “Mavi
Marmara” gemisinin başına gelenlere ve bu yolda ölenlere yazık değil miydi?
Yine
insanın sorası geliyor: Ey İslâmcılar! Ey Mescid-i Aksâ konusunda hassas olan
Müslümanlar! Ey Filistinli kardeşlerine mâlûm devletin zulmettiği iddiasında
bulunanlar! Hani neredesiniz? Sus pus olmuş gibisiniz. Sesiniz soluğunuz hiç
çıkmıyor da. Hayırdır, yoksa “Ashâb-ı Kehf” gibi derin bir uykuya mı
daldınız?
Hani,
böylesi durumlarda yeri göğü inletirdiniz de… Nice mitingler yapar, nice
yürüyüşler düzenlerdiniz de... Yetmez, her Cuma günü câmi çıkışlarında sizleri
hiç kimse tutamazdı da… Yetmez, iri iri sloganlar atardınız da… Hayrola, şimdi
niye suspus oldunuz?
Yoksa
eskiden kaybedeceğiniz fazla bir şeyiniz yoktu da ondan mı böyle daha cesur
davranabiliyordunuz? Şimdi işiniz gücünüz, tatlı koltuk ve mâkâmlarınız,
malınız, mülkünüz, servetiniz, bol bol paralarınız var da bunları kaybetmekten korktuğunuz
için mi kabuklarınıza çekildiniz?
Nasılmış,
dünya tatlıymış, değil mi? Dünyevîleşme tutkusu nasıl da insanı değiştirip
dönüştürürmüş, değil mi? Ne dâvâ kaldı, ne de başka bir şey, değil mi?
Ama
her şeye rağmen onun bunun gaz vermesine aldanarak olmadık işler yapmayın bence.
İşinize gücünüze bakın. Unutmayın ki, sorunlar sloganlarla çözülmüyor.
Rahatsız
olduğunuz sorunları gerçekten çözmek mi istiyorsunuz? O zaman çok
çalışacaksınız ve her konuda İsrail gibi güçlü bir devlet olacaksınız. Bunun
yolu da ilim-bilim, teknoloji üretmekten geçer.
Elli
yıldır slogan attınız, neyi çözebildiniz? İsrail’e zerre kadar geri adım
attırabildiniz mi? Bırakınız geri adım attırmayı da, Filistin diye bir ülke
kaldı mı? Bu coğrafyada bu topraklar hangi renkten hangi renge dönüştü, hiç düşündünüz
mü? Üstelik on milyonluk İsrail’e karşılık en az bir buçuk milyar Müslüman
nüfusa rağmen!
Herzog’un
uçağı dikkat çekici kavram ve figürlerle süslenmişti. Sanırsınız ki, uçağın
şahsında İsrail Devleti sanki Cennet’ten çıkmış gelmiş ve yeryüzünün en
barışçıl, en cici, en sevecen, en mâsum devletiymiş gibi lanse ediliyordu.
Uçak,
barışı simgeleyen zeytin dalı ile süslenmiş ve gövdesinde de Türkçe, İbranice
ve İngilizce dillerinde yazılı olarak şu kavramlar öne çıkmıştı: “Barış”,
“Gelecek” ve “İş birliği”…
İyi
güzel de, kulağa çok hoş geliyor da, o zaman size sormazlar mı “Siz barış
deyince ne anlıyorsunuz?” diye? Yani şöyle mi düşünüyorsunuz: “Biz
haksız yere tüm Filistin topraklarını işgâl etsek de, siz yine de sesinizi
çıkarmayacaksınız ve bizimle masaya oturup kayıtsız şartsız barış antlaşmasını
imzalayacaksınız.”
Gerçekten
sizin barıştan anladığınız bu mu? Neredeyse yüz küsur yıldır Filistin
topraklarını adım adım işgâl ettiniz, hâlâ ediyorsunuz. Çoluk-çocuk,
kadın-erkek, genç-yaşlı demeden insanları katlediyorsunuz. Ondan sonra da hiç
utanmadan, sıkılmadan, yüzünüz dahi kızarmadan “Bizim şartlarımızla barış
yapalım” diyorsunuz, öyle mi? Buna kargalar bile güler!
Bakınız,
sizin barış antlaşmasındaki paylaşım anlayışınıza şair ne diyor:
“Allah’ın on
pulunu bekleye dursun on kul;
Bir kişiye tam
dokuz, dokuz kişiye bir pul.
Bu taksimi kurt
yapmaz kuzulara şah olsa;
Yaşasın, kefenimin
kefili karaborsa!”
(N.
F. Kısakürek, Destan)
Mâdem
barış istiyorsunuz, mâdem barışa bu kadar değer veriyorsunuz, o zaman neden
Filistin topraklarında âdil bir barışa yanaşmıyorsunuz da sürekli onların
yurdunu işgâl ediyorsunuz? Onun için göstermelik hikâyelerden vazgeçin,
kamuoyunu aldatmaya çalışmayın.
Diğer
yandan, İslâm ülkelerinin neredeyse tamamı İsrail ile anlaşarak -âmiyâne
tâbirle- Filistin’i sattılar. Son kale olarak bir Türkiye kalmıştı. Bakalım
Türkiye ne yapacak?
Sakın
Türkiye, İsrail’in nezdinde şu duruma düşmesin:
“Surda
bir gedik açtık, mukaddes mi mukaddes,
Ey
kahbe rüzgâr, artık ne yandan esersen es!”
(N.
F. Kısakürek, Surda Bir Gedik Açtık)
İnşa-Allah
şiir tersine dönmez! Ama Erdoğan, tam bir pragmatik lider. Ne yapacağı pek
belli olmaz. Yeter ki son kale düşmesin!