Son kale

Rahatsız olduğunuz sorunları gerçekten çözmek mi istiyorsunuz? O zaman çok çalışacaksınız ve her konuda İsrail gibi güçlü bir devlet olacaksınız. Bunun yolu da ilim-bilim, teknoloji üretmekten geçer. Elli yıldır slogan attınız, neyi çözebildiniz? İsrail’e zerre kadar geri adım attırabildiniz mi?

TÜRKİYE-İsrail yakınlaşması mı, yoksa Erdoğan-Herzog görüşmesi mi? Her neyse, ikisi de zâten aynı kapıya çıkıyor.

Her şeyden önce şunu belirtmeliyim ki, devletlerarası ilişkiler ve liderler arası görüşmeler her zaman olabilir, oluyor da. Ve bu, son derece tabiî bir durumdur. Hatta söz konusu devletler şu veya bu şekilde târihî olarak birbirlerinin kadîm düşmanları olsalar bile…

Belki bazılarımız bunu kabullenmekte biraz zorlanırız ama “uluslararası reel politik” denilen şey, böyle bir şeydir işte. Devletler arasında ebedî dostluklar ve düşmanlıklar olmaz. Karşılıklı menfaatler esastır. Görüşmeler, buluşmalar olmasa sorunlar nasıl çözülecek ki?

Bu mevzûlardaki temel sorun, liderlerin zaman zaman üst perdeden konuşarak ve sloganik ifâdelerle nutuklar atarak, âmiyâne tâbirle, halkı gaza getirici konuşmalar yapmalarıdır.

İşte, zaman zaman yapılan bu tür konuşmalar halkları birbirine düşman etse de, bir süre sonra hiçbir şey olmamış gibi liderler el altından ya da açıktan görüşmeler yapabilirler. Aynen Erdoğan-Herzog görüşmesinde olduğu gibi...

O zaman insanın sorası geliyor: Peki, ne gerek vardı üst perdeden konuşup da halkları galeyana getirmeye? Bu tür konuşmalardan etkilenip de yola çıkan “Mavi Marmara” gemisinin başına gelenlere ve bu yolda ölenlere yazık değil miydi?

Yine insanın sorası geliyor: Ey İslâmcılar! Ey Mescid-i Aksâ konusunda hassas olan Müslümanlar! Ey Filistinli kardeşlerine mâlûm devletin zulmettiği iddiasında bulunanlar! Hani neredesiniz? Sus pus olmuş gibisiniz. Sesiniz soluğunuz hiç çıkmıyor da. Hayırdır, yoksa “Ashâb-ı Kehf” gibi derin bir uykuya mı daldınız?

Hani, böylesi durumlarda yeri göğü inletirdiniz de… Nice mitingler yapar, nice yürüyüşler düzenlerdiniz de... Yetmez, her Cuma günü câmi çıkışlarında sizleri hiç kimse tutamazdı da… Yetmez, iri iri sloganlar atardınız da… Hayrola, şimdi niye suspus oldunuz?

Yoksa eskiden kaybedeceğiniz fazla bir şeyiniz yoktu da ondan mı böyle daha cesur davranabiliyordunuz? Şimdi işiniz gücünüz, tatlı koltuk ve mâkâmlarınız, malınız, mülkünüz, servetiniz, bol bol paralarınız var da bunları kaybetmekten korktuğunuz için mi kabuklarınıza çekildiniz?

Nasılmış, dünya tatlıymış, değil mi? Dünyevîleşme tutkusu nasıl da insanı değiştirip dönüştürürmüş, değil mi? Ne dâvâ kaldı, ne de başka bir şey, değil mi?

Ama her şeye rağmen onun bunun gaz vermesine aldanarak olmadık işler yapmayın bence. İşinize gücünüze bakın. Unutmayın ki, sorunlar sloganlarla çözülmüyor.

Rahatsız olduğunuz sorunları gerçekten çözmek mi istiyorsunuz? O zaman çok çalışacaksınız ve her konuda İsrail gibi güçlü bir devlet olacaksınız. Bunun yolu da ilim-bilim, teknoloji üretmekten geçer.

Elli yıldır slogan attınız, neyi çözebildiniz? İsrail’e zerre kadar geri adım attırabildiniz mi? Bırakınız geri adım attırmayı da, Filistin diye bir ülke kaldı mı? Bu coğrafyada bu topraklar hangi renkten hangi renge dönüştü, hiç düşündünüz mü? Üstelik on milyonluk İsrail’e karşılık en az bir buçuk milyar Müslüman nüfusa rağmen!

Herzog’un uçağı dikkat çekici kavram ve figürlerle süslenmişti. Sanırsınız ki, uçağın şahsında İsrail Devleti sanki Cennet’ten çıkmış gelmiş ve yeryüzünün en barışçıl, en cici, en sevecen, en mâsum devletiymiş gibi lanse ediliyordu.

Uçak, barışı simgeleyen zeytin dalı ile süslenmiş ve gövdesinde de Türkçe, İbranice ve İngilizce dillerinde yazılı olarak şu kavramlar öne çıkmıştı: “Barış”, “Gelecek” ve “İş birliği”

İyi güzel de, kulağa çok hoş geliyor da, o zaman size sormazlar mı “Siz barış deyince ne anlıyorsunuz?” diye? Yani şöyle mi düşünüyorsunuz: “Biz haksız yere tüm Filistin topraklarını işgâl etsek de, siz yine de sesinizi çıkarmayacaksınız ve bizimle masaya oturup kayıtsız şartsız barış antlaşmasını imzalayacaksınız.”

Gerçekten sizin barıştan anladığınız bu mu? Neredeyse yüz küsur yıldır Filistin topraklarını adım adım işgâl ettiniz, hâlâ ediyorsunuz. Çoluk-çocuk, kadın-erkek, genç-yaşlı demeden insanları katlediyorsunuz. Ondan sonra da hiç utanmadan, sıkılmadan, yüzünüz dahi kızarmadan “Bizim şartlarımızla barış yapalım” diyorsunuz, öyle mi? Buna kargalar bile güler!

Bakınız, sizin barış antlaşmasındaki paylaşım anlayışınıza şair ne diyor:

“Allah’ın on pulunu bekleye dursun on kul;

Bir kişiye tam dokuz, dokuz kişiye bir pul.

Bu taksimi kurt yapmaz kuzulara şah olsa;

Yaşasın, kefenimin kefili karaborsa!”

(N. F. Kısakürek, Destan)

Mâdem barış istiyorsunuz, mâdem barışa bu kadar değer veriyorsunuz, o zaman neden Filistin topraklarında âdil bir barışa yanaşmıyorsunuz da sürekli onların yurdunu işgâl ediyorsunuz? Onun için göstermelik hikâyelerden vazgeçin, kamuoyunu aldatmaya çalışmayın.

Diğer yandan, İslâm ülkelerinin neredeyse tamamı İsrail ile anlaşarak -âmiyâne tâbirle- Filistin’i sattılar. Son kale olarak bir Türkiye kalmıştı. Bakalım Türkiye ne yapacak?

Sakın Türkiye, İsrail’in nezdinde şu duruma düşmesin:

“Surda bir gedik açtık, mukaddes mi mukaddes,

Ey kahbe rüzgâr, artık ne yandan esersen es!”

(N. F. Kısakürek, Surda Bir Gedik Açtık)

İnşa-Allah şiir tersine dönmez! Ama Erdoğan, tam bir pragmatik lider. Ne yapacağı pek belli olmaz. Yeter ki son kale düşmesin!