Son Halife’den arta kalan

İşte bu odada karşımda en canlı hâliyle duran bir yarım kalmışlık var! Benim insan fıtratım ne Ayvazovski’ye, ne Valeri’ye sevdalanıyor. Durup bu küçük odada, camekânın ardında yarısı kullanılmış kalemlere, boyalara kayıyor yavaş yavaş… Yaşamın ispatı ancak böyle bir şey olabilir.

20 Mayıs 2022… Resim Müzesi’ndeyim…

Kaçıncı kez yolum düştü buraya; bir tabloya bakarak yaşanmışı ve yaşamı tecrübe etmeyi öğreneli epey zaman oluyor. Bu kapıdan her girişimde farklı şeyler gördüğümü, büyüdüğümü, bakarken ve tüm bu olanları görmeye çalışırken aslında yaş alıp yürüdükçe damla damla dolduğunu düşünüyorum heybenin. İlk adımlarımla şimdikiler arasındaki farkı anlayabiliyorum. Yarım olan her şeye meftun kalbim, bir nihayete rastlamak ümidi ile arşınlıyor yeri.

Gel gelelim, Resim Müzesi -ki burası pek çok bölümden meydana geliyor-, Osmanlı Hanedanının portrelerinden tutun, Rus ressamların fırça darbeleriyle meydana gelen uçsuz bucaksız deniz gösterimleri ile ziyaret edenleri alıp götürüyor. Bir zaman Dolmabahçe Sarayı’nın veliaht dairesi olarak kullanılan bu binada, padişahların adımlarını sayıp işlemeli göğün altında sanata tâbi oluyoruz. Şeker Ahmet Paşa, Osman Hamdi Bey, İbrahim Çallı gibi Türk ressamların tabloları gururla karışık bir heyecan yaşatıyor insana. Güneşin “umut” demek olduğunu, Suriçi yangınlarını, Beyazıt Yangın Kulesi’ni, “Hayâl İstanbul’u” konuşuyoruz.

Bâb-ı Seraskerî beni öğrenciliğime götürüyor. Her akşam ders saatinde o “dualı kapıdan” girmeden edemez, yolun uzamasını göze alıp buz gibi soğukta ön bahçeden dolaşırdım, biliyor arkadaşım. On yıl olmuş, ne anlatsam yanında ne ayıp, ne günah şimdi. Ancak müzenin iki odası var ki son Osmanlı Halifesine ayrılmış: “Abdülmecid Efendi’nin Atölyesi’nden İzler”…

İşte her şey burayı ziyaretimle başladı!

Odaya girdiğimde karşımda ilk beliren emtiadan aklıma gelenleri şöyle tasvir edebilirim: Son Halife’nin kimi tamamlanmış, kimi yarım kalmış eskiz çizimleri, üzerinde “Paris” yazan, markalı ve epey afili bir pastel boya seti, resim fırçaları, unutulmuş birden fazla resim ve karalamalar... Odanın içerisi öyle karanlık ki yalnızca sergilenen eşyalara vuran ışık altında duvardaki yazı ancak seçiliyor.

Abdülmecid Efendi’nin vatandan ayrılışı geride pek çok tamamlanmamış resim bırakmış koca bir ömür ile beraber. İşte bu noktada ülkemin geçtiği dönemeçleri, seçimlerini, mecbur kalışlarını düşünüyorum. Bu yalnızca toplumsal bir hareket değil. İşte bir insanoğlunun hayatı yarım kalıyor göz göre. Masa üzerinde duran kalemlerden kimi ufalmış; yanında çizik çizik eskizler duruyor. Kara kalemin ucu açılmış, bazısı hiç kullanılmamış. Bu yarım kalmışlık beni ürkütüyor. Müzenin diğer bölümlerini gezerken hissettiklerimin hiç buna benzer yanı yoktu. Tamamlanmış ve billurdan çerçeveler içerisinde sergilenen göz alıcı tabloların ressamlarını her zaman huzur ve bolluk içerisinde tahayyül etti zihnim. “Saray ressamı” payesi verilen kimilerine gösterilen ihtimama hayran kaldım. Ancak bu oda…

İşte bu odada karşımda en canlı hâliyle duran bir yarım kalmışlık var! Benim insan fıtratım ne Ayvazovski’ye, ne Valeri’ye sevdalanıyor. Durup bu küçük odada, camekânın ardında yarısı kullanılmış kalemlere, boyalara kayıyor yavaş yavaş… Yaşamın ispatı ancak böyle bir şey olabilir. Hayatta hiçbir şeyin tam ve eksiksiz olmayacağına inanan bir insan teki olarak bütünlüğün ve mükemmelliğin yalnızca O’na ait olduğuna yeniden şehadet getirmek gerektiğini hatırlayıp Limonluk Bahçe’de kendime bir kahve ısmarlıyorum…