AYAKKABILARINI koydu önce kapı önüne yavaşça. Sonra,
her gün durağa taşımak zorunda kaldığı eşyalarını, taburesini, bilet kutusunu…
Ayakkabılarını her günkü zorlukla giymeye çalışırken vazgeçti birden ve kapı
önünde duran terlikleri geçirdi ayağına. Kapıyı olabildiğince sessiz çekip
anahtarı çevirdi iki kere. İlaçların etkisiyle uykuya dalmış olan annesinin
uyanmasını istemiyordu zira. Çünkü annesi uyansa, gitmesine izin vermeyecekti.
Oysa o, gitmek için can atıyordu. Annesinin uyumuş olması, onun için büyük
fırsattı ve bunu değerlendirmeliydi. Hem üç beş bilet satıp para kazanacak, hem
de birkaç gündür aklından bir türlü çıkartamadığı, kalbini dalgalandıran
duyguların sahibini görecekti. En çok da bunun için gidiyordu ve para, ikinci
plandaydı. Nasıl olmuştu, nereden girmişti aklına da çıkmak bilmiyordu bir
türlü? Hatta bütün gününü, onun geliş saatine göre planlar olmuştu.
Bilet
kutusunu koltuğunun altına, basit mekanizmalı, birbirine geçmeli iki demir
çubuk ve açıldığında gergin hale gelerek oturmasını sağlayan kalınca bir bizden
oluşan taburesini eline alarak apartman kapısına yönelmeden önce son bir kez
dinledi kapıyı “İçeriden gelen bir ses var mı?” diye. Ses gelmediğinden emin
olunca, usulca süzülüverdi sokağa. Coşkuyla, heyecanla, olabildiğince hızlı, koşar
adım otobüs durağına doğru yürümeye başladı. Geç kalmaktan, onun durağa geliş
saatini kaçırmaktan, doğal olarak da onu görememekten korkuyordu. Birkaç gün
önce, onu fark ettiği üçüncü gün (ki kaç gün olduğunu sayıyordu en başından
itibaren) onu görememiş, bütün biletleri satmış olmasına rağmen son otobüs
geçinceye kadar gece yarısına kadar beklemişti. Gelmeyeceğini bile bile biraz
hüzün, biraz pişmanlık, en çok da kendini cezalandırma duygusuyla beklemişti o
durakta. Yine aynı şeyleri yaşamak istemiyordu.
Fark edilmediğini
bildiği halde, onu görmek mutlu ediyordu kendisini. Farkına varılsın da
istemiyordu zaten. Böyle uzaktan, o hiç bilmeden, ona bakarak, onun yüzünde
kendine bambaşka bir dünya hayal ederek gülümsüyordu kendi kendine. İlk defa
böylesi duygular yaşıyordu. Bedensel yapısının başkalarından farklı olmasına
aldırış etmeden, gönlünü olabildiğince özgür bırakmıştı. İçinde sevgiye ve
sevgiliye dair bir umut taşıdığından dolayı değildi elbette bu özgür bırakış, sadece
insan olmanın bir sonucuydu. Gece ile gündüz gibi, asla bir araya gelemeyecek
zıtlığı temsil ediyorlardı zira mevcut konumlarıyla.
Ama olsundu,
o varsa heyecan vardı, o varsa mutluluk vardı. Yazın bunaltıcı sıcağında,
saatlerce o taburede oturmak artık sıkıcı gelmediği gibi insanların meraklı ve
acıma hissiyle yandan yandan süzüşlerine, çoğunun kaba saba davranışlarına bile
aldırış etmez olmuştu.
“Bir öğrenci
bileti verir misiniz?”
“…?”
En sevmediği
organıydı elleri. Küçücük ve yumuk yumuk... Vücuduna oranla büyük duran başını
ve tarama zevkini hiçbir zaman tadamadığı saçlarını da sevmiyordu, ama burnu
kadar da nefret etmiyordu.
Hiçbir nesneyi başkaları gibi tutmaya, kavramaya imkân tanımayan elleri, yine
benzer bir oyun oynadı kendisine. Bilet isteyen sesle birlikte irkilince,
elleri kutuyu devirmiş, bilet destelerinin yerlere saçılmasına neden olmuştu.
Destelerden bazıları, duraktaki dikkatsiz ayakların altında kirlendi. O, seri
hareket edememenin de gecikmişliği ile mahcubiyetinden yüzü bir kat daha
kızarırken, acıyan yerlerini hissetmemeye çalışarak, eğilip yerden zorlukla
alabildiği bilet tomarını, yüreğinde tomurcuklanan güllerden bir deste gibi
uzattı karşısındakine.
Hayal ile
gerçeğin birbirine karıştığı bu dakikada, ufacık bedeni daha bir küçüldü. Suçüstü
yakalanmış hissine kapılarak ezildi. Gerçekleşeceğine dönük umutlar taşımadan,
günlerdir bu karşılaşmanın hayalini kurduğu halde, fark edilmiş olmanın ani
pişmanlığı ile iyice sindi köşeye. Sevinç ve utanç duyguları içinde, zamanın ve
mekânın ayırdında olmaksızın, elinde bir deste bilet ile titriyordu öylece...
Sürekli
değişen yüzlerin arasında birkaç gündür biri çekiyordu dikkatini. Akşama doğru
aynı saatte geliyor, yaklaşık beş dakika bekledikten sonra, birilerinden,
etrafıyla ilgilenmemesi yönünde aldığı emri uygular bir tavırla aynı numaralı
otobüse binip uzaklaşıyordu.
Daha önceleri nasıl fark etmemiş olduğuna şaşırdı önce. Sonra bu durağın yeni
müdavimlerinden olabileceği geldi aklına. Akşam saatlerine yakın, çalışanlar
için dönüş saati... O da çalışıyor olmalıydı. Bu durağa geldiğine göre
yakınlarda bir yerlerde çalışıyordu muhakkak. Belki de öğrenciydi göğsüne
bastırdığı deftere bakılırsa… Durağın şeffaf reklam panosuna, yorgunluğunu
paylaşmak istediği biri gibi yaslanmasından belliydi ki, her ne ile uğraşıyorsa
yoğun ve yorucuydu uğraşı.
Diğer günlerde olduğu gibi bugün de aynı saatte… Geldi... Küçük adımlarla,
sakin, yaşamak için hiç acelesi yokmuşçasına gri ceketi ile omzunu yaslayıverdi
durağın karşı köşesine. Gözlerini yerden, sadece durağa giren otobüslerin
numaralarını okumak için kaldırıyordu. Fark edilmek istemeyişin gayreti
okunuyordu hareketlerinde.
“Bir tam
bilet versene?”
“…”
“Biraz acele et, otobüs…”
“…”
Ne zamandan beri, insanların davranışlarındaki kabalığa, hitaplarındaki
saygısız sertliğe alışmıştı alışmasına da, günün bu saatlerinde, hatta sadece
şu dakikalarda kendisine daha nazik, daha insan gibi davranılmasını ne kadar
isterdi. İhtiyaçları olmasa, kimsenin onun yüzüne bile bakmayacağını biliyordu.
Bakanların da daha çok merak duygularını tatmin ya da yoğun acıma duygularıyla
kendisini süzdüklerinin farkındaydı. O, bilet isteyenlere aldırmaksızın, onu
gördüğü andan itibaren başlayan ruhundaki tatlı esintinin dalgalanmalarına
bıraktı kendini. Başörtüsündeki maviliklerde dolaştı gözleri bir müddet. Sonra
maviliklerin en koyu yerinde takılı kaldı.
Gözleri
aralarındaki mesafeyi kaldırırken sesler de uzaklaştı kulaklarından git gide.
Ne otobüs durağına benziyordu burası şimdi, ne de kimse otobüse binme telaşı
yaşıyordu. Gözleri bambaşka bir dünyanın penceresinden bakıyordu, ruhu
maviliğin hâkim olduğu bir dünyada dolaşıyordu. Burası bazen bir sahil oluyor
kumsalına ayak izlerini bıraktığı, bazen bir orman oluyor içinde çağlayanların
coştuğu, bazen bir dağın zirvesi oluyordu bulutlara dokunduğu… İstediği mekânı
oluşturabiliyordu, hatta istediği zamanı bile. Sihirli bir mavilikti gözlerine
dokunan sanki. Böyle bir halet-i ruhiye içindeyken duydu o sesi: “Bir öğrenci
bileti”…
Yerlere saçılmış bilet destelerini toplamak diğerine düştü. Aldığı biletin
parasını bırakırken o titrek ve yumuk avuçlara, bir an göz göze geldiler.
Hayatlarındaki en uzun birkaç saniyeyi yaşarken ikisi de gülümsüyordu. Ama
birininki, ağlamaklı bir çocuğun zoraki gülümsemesine benziyordu.
Anında
vermişti kararını. Bu, sattığı son bilet olacaktı. Son biletin parasını
ceketinin iç cebine usulca yerleştirdikten sonra, neredeyse dizleri ile koltuğu
arasını dolduran bilet kutusunu kucaklayarak kalktı taburesinden. Bir
koltuğunda bilet kutusu, diğer koltuğunda değneği... Bir ilkokul çocuğununki
kadar ufak ayaklarıyla sıcaktan iyiden iyiye yumuşamış asfalta gömülmek
istercesine basıyordu yere. Yüreğinde, denizlerden ödünç alınmışçasına o
masmavi gözlerin ruhunu kanatlandıran serinliği... Sırtında, Çarşamba pazarında
neredeyse hiçbir şey bırakmamış, ellerindeki torbaların ağırlığından iki tarafa
yamularak zorlukla yürüyebilen meraklı kadınların gözleri...
“Kız baksana, ne kadar da ufacık!..”
“Ya! Üstelik de sakat…”