TAHKİM, “bir konuda hüküm ve
karar verme yetkisini başka bir kişiye bırakmaktır”. Aralarında anlaşmazlık
olan kişilerin üçüncü bir kişiyi (ya da kişileri) hakem tayin etmeleri ve bu
konuda yaptıkları sözleşmedir. Tahkimin taraflarına “muhakkim”, uyuşmazlığı
çözmesi istenen kişiye “hakem veya muhakkem” denir.
Tahkim, taraflar arasında ortaya çıkan uyuşmazlıkları devletin resmî yargı
organları (mahkemeleri) ile çözmek yerine uyuşmazlığın taraflarınca tayin
edilen hakemler aracılığı ile çözme yöntemidir. Bazı görüşlere göre tahkim bu
hâliyle dolaylı bir alternatif uyuşmazlık çözme yöntemi iken, diğer bazı
görüşlere göre doğrudan yargısal bir faaliyettir. Tahkimde hakemler, iki veya
daha çok tarafın uyuşmazlığını çözmekle yetkili, sorumlu sayılırlar.
Hukukî uyuşmazlıkların çözüme kavuşturulmasında resmî yargıya göre daha
sınırlı bir yargı prosedürü içeren ve çok uzun bir geçmişi olan tahkim
uygulamasının örnekleri İslâmiyet öncesi Arap tarihinde görüldüğü gibi İslâmiyet
sonrasında da Araplar ve diğer Müslüman topluluklar arasında benimsenen bir
sorun çözme yöntemidir.
Yirminci yüzyılda ulaşım ve haberleşmenin artmasına bağlı olarak
uluslararası ticarette de büyük gelişmeler olmuştur. Uluslararası ticaretin
artmasının bir sonucu olarak farklı devletlerin vatandaşları olan şahısların
tarafı oldukları anlaşmazlıkların çözümü, tahkimi iç hukukun yanında
uluslararası bir hukuk ya da uluslararası sorunları çözmenin bir yöntemi aracı
durumuna getirmiştir. Bunun için 1923’te “Milletlerarası Tahkim Divanı”
kurulmuş, günümüzdeki Milletlerarası Ticarî Tahkimi’ne (ICC) öncülük etmiştir.
Milletlerarası Ticarî Tahkimi (veya Divanı), Birleşmiş Milletler Ticaret
Hukukuna göre faaliyetlerini sürdürmektedir. Aşağı yukarı Birleşmiş Milletler’e
üye olan devletlerin tamamı, aynı zamanda Milletlerarası Ticarî Tahkimi’ne de
üye durumundadırlar. Yani onun yetkilerini kabul eden sözleşmeleri
imzalamışlardır.
Dünya genelinde yapılan serbest ticaret her ne kadar sömürgeci ülkelerin ve
onlara ait büyük sermaye kuruluşlarının faydasına birtakım kurallar içermiş
olsa da ülkeler arasında yapılan serbest ticaretin işleyişi için böyle bir
uluslararası hakeme ya da hakem heyetine ihtiyaç vardır. Milletlerarası Tahkim
Divanı’nın yetkilerini kabul eden ülkeler, iç hukuklarını her ne kadar
Milletlerarası Tahkim Divanı’na göre düzenlemiş olsalar bile yine de bir
uyuşmazlık hâlinde Tahkim Divanı, Birleşmiş Milletler Ticaret Hukukunu esas
almaktadır.
Türkiye ise 1966’da Milletlerarası Tahkim Divanı’nın yetkilerini kabul eden
ön sözleşmeyi kabul etmiş, 1979’da Divan’ın Türkiye’deki uygulamalarını
onaylayarak tarafı durumuna gelmiş, 1989’da ise “Devletler ve Diğer
Devletlerin Vatandaşları Arasındaki Yatırım Uyuşmazlıklarının Çözümlenmesi
Hakkında Anlaşması”ya (ICSID) göre iç hukukunu düzenleyerek 1961 tarihli
“Milletlerarası Ticarî Hakemlik Konusunda Avrupa Sözleşmesi”ni (Cenevre
Sözleşmesi) de yürürlüğe koymuştur.
Bütün bu değişikliklerle yetinmeyen Türkiye, Milletlerarası Tahkim Divanı’nın
yetkilerini 1999’da yaptığı Anayasa değişikliği ile de üst seviyeye taşımıştır.
Böylece Türk Anayasası’nın 125’inci maddesinde yer alarak idarî mevzuatta kesin
şekilde bağlayıcı olduğu gibi 2001’de değiştirilen Anayasa maddesine bağlı
olarak Millî Tahkim, Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu da değiştirilmiştir.
Türkiye gibi sermaye kıtlığı olan ülkelere yabancı sermayenin çekilmesi ve
yabancı sermayenin Türkiye’de yatırımlar yapması, gelmiş geçmiş bütün hükûmetlerin
amaçları arasında yer almıştır. Ancak yerli sermaye gibi yabancı sermaye de bir
hayır kuruluşu gibi çalışmaz. Her şeyden önce, kâr etmeyeceği bir alanda
yatırım yapmaz. Kâr etmeyeceği bir alanda yerli ya da yabancı sermayenin
yatırım yapmasını beklemek, akla uygun bir tutum değildir. Sermaye sahipleri
kâr edecekleri alanları seçtikleri gibi, kârlarının hükûmet tasarrufları
dışında güvencede olmasını da gözetirler. Bunu görmedikleri bir ülkede ya da
bir alanda yatırım yapmazlar.
Dolayısı ile sermayenin kârlı işlere yönelmesini bazı siyâsî çevrelerin bir
siyâsî dâvâ hâline getirerek eleştiri konusu yapması, bir siyâsî ergenlik hâlidir.
Sermaye sahibi, kâr edeceğini düşündüğü alanda gerçekten kâr edeceği gibi zarar
da edebilir. Bu yüzden ticarette kâr ile ve zararın kardeş olduğu hep söylenir.
Yatırımcı sermayenin hep zarar etmesini beklemek, kâr etmesi hâlinde de
“Türkiye’ye gelip şu kadar kâr edip gidiyorlar” gibi akla ziyan iddialarda bulunmak
normal bir psikoloji hâli olmadığı gibi, siyâsî bakımdan da oldukça sorunlu bir
tutumdur.
Elbette her ülke yabancı sermaye yatırımına ve Milletlerarası Tahkim Divanı’nı
yetkili saymaya mecbur değildir. “Biz bize yeteriz” mantığı ile “Türkiye’deki
sermaye ile lâzım gelen yatırımları yapabiliriz” diyen bir siyâsî tutum da
olabilir. Böyle bir siyaset anlayışının hükûmet olması hâlinde artık yabancı
sermayenin kârından söz edilemeyecektir. Yabancı sermayenin Türkiye’de taşınmaz
alımı da söz konusu olmayacaktır.
Ancak Milletlerarası Tahkim Divanı’nı sadece Türkiye’ye gelecek yabancı
sermaye için düşünmek gerçekçi değildir. Çünkü Türkiye’den başka ülkelere giden
yatırımcılar için de bu divanın varlığı bir garanti durumundadır. Rusya gibi ülkelerde
işi veya yatırımı olan Türk vatandaşları için Tahkim Divanı iyidir, gereklidir.
“Ama aynı divan Türkiye’de yetki sahibi olmasın, Türkiye’de iş yapan yabancı
sermaye için tahkim olmasın” demek, psikolojik sorunun yanında başka sorunların
da varlığını açık edebilir. Ya da “Tahkim Divanı olsun da başka ülkeler için
olsun, Türkiye’de de olursa ‘Türk yargısının bağımsızlığına gölge düşmüş olur’”
gibi her türlü akıl ve mantık sınırını zorlayan iddiaların bir kıymet-i
harbiyesi yoktur.
İstanbul Kanalı’nı inşâ edenlerin ücretleri ödenmezse neler olabilir?
Tahkim Divanı’nın varlığı genel olarak ticaretin, gelişmenin lehinedir.
Sermayenin güven içinde serbestçe dolaşımı için bir kolaylık sağlamaktadır.
Sermaye darlığı içinde olan ülkeler için de bu durumu yani sermaye darlığını
aşabilmenin bir yoludur.
Zaten yabancı sermayenin gelmesi bazen rekabet nedeniyle fiyatların
düşmesine ve kalitenin de artmasına fırsat vermektedir. Türkiye, Kemalizm’in
takıntıları nedeniyle Koç ve Sabancı gibi yerli sermaye çevreleri yüz yıla
yakın bir zaman boyunca ayrıcalıklı bir muamele görmüştür. Yüksek gümrük
tarifeleri nedeniyle ithalat yapılamamış, dolayısı ile rekabet ortadan
kalkmıştır. Rekabet olmayınca kalitesiz mallar hak etmedikleri daha yüksek fiyatlara
kolayca pazar bulup satılmıştır. Üstelik bazen vergi kolaylıkları, SGK
indirimleri, düşük faizli krediler yoluyla desteklenen bu yerli sermaye, ucuz
iş gücü nedeniyle de ayrıca takviye edilmiştir. Yüzyılın sonunda Koç ve Sabancı
gibi sermaye çevreleri büyük birikimler elde etmiş, yabancı ülkelerde yatırım
yapacak ve rekabet edecek seviyelere ulaşmışken, içeride onların ürünlerini
tüketen halkın devlet desteği ile bir çeşit sömürüye maruz kaldığı görülmüştür.
Esasen Osmanlı Devleti’nin gerileme döneminde kapitülasyonlar ile yargı
bağımsızlığı ortadan kalktığı gibi, Lozan Antlaşması ile Avrupa ülkelerinden
kanunlar alınacağı ve İngiliz-Fransız hukuk müfettişlerinin de hukuk
reformlarını denetleme yetkisinin tanınması ile kapitülasyonlar başka bir şekil
ve içerik alarak devam etmiştir. Türkiye’de en çok İngiliz yanlısı idare bu
yüzden Lozan ile 1923’te kurulmuştur. Sonradan AB tutkusu ile bütün idarî ve
hukukî mevzuatın AB müktesebatına göre ayarlanması çabaları ise
kapitülasyonların tavan yapması gibi sonuçlar ortaya çıkarmıştır.
Türkiye’de Sol çevreler yabancı sermayeye muhalefet ederken daima Koç-Sabancı
gibi sermaye gruplarının yanında saf tutmuşlardır. Teori icabı sermayeye karşı
olan Sol çevreler, yerli sermaye gördükleri Koç ve Sabancı gibi holdinglere
özel bir muafiyet, istisna tanımaktadırlar.
AK Parti idaresinin yabancı sermayeyi Türkiye’ye çekmek için büyük çabalar
gösterdiği bilinmektedir. Yabancı sermayenin son yıllarda Türkiye için çok
seçici davrandığı, siyâsî birtakım tercihlerle yatırım yapmadığı da
görülmektedir. Türkiye söz konusu olduğunda görünüşte demokrasiyi çok önemseyen
Batılı sermaye çevrelerinin Doğu Avrupa ülkeleri, hatta Çin söz konusu
edildiğinde demokrasiyi hiç hatırlamadıkları da görülmektedir.
Şunu teslim etmeli ki, Tahkim Divanı’nı Türkiye’de yetkili sayan bütün
idarî ve yasal düzenlemeler AK Parti’den önce yapılmıştır.
İstanbul Kanalı gibi büyük projelerin yapımında yabancı sermayeye ihtiyaç
vardır. Elbette bu ihtiyaç, böylesi yatırımlarla Türkiye’nin teslim alınması
gibi bazı girişimleri meşrulaştırmaz. Yabancı sermaye ile birlikte Türkiye’nin
hak ve menfaatlerinin de gözetildiği bir ihale düzenlemesi her iki tarafın da
faydasınadır.
Ancak böyle bir ihale düzenlemesi yerine yabancı sermayenin tehdit
edilmesi, “Biz iktidara geldiğimizde hak edişlerinizi ödemeyeceğiz” denilmesi,
Türkiye’ye yatırım yapmaktan alıkonulması, doğrudan Türkiye düşmanlığıdır.
Türkiye’de muhalefet, hükûmet düşürmekle ülkeyi düşürmeyi eş anlamlı
görmektedir.
Tahkim Divanı ve onu Türkiye’de yetkili sayan yasal düzenlemeler Anayasa’da
bile yer almışken, muhalefetin “Hak edişleri ödemeyeceğiz” iddiası kurusıkı
atmadır. Tahkim düzenlemelerinde payı olmayan AK Parti’nin bunları hatırlatarak
İstanbul Kanalı gibi projelere kaynak araması, hak edişlerin
engellenemeyeceğini söylemesi, yalnızca fiilî bir durumun açıklanmasıdır.
İktidar olması muhal olan bir muhalefetin kimseye hak edişini engelleyemeyeceği
açıktır. Üstelik yabancı sermayenin ortağı olan yerli sermaye ve onun borazanı
olan muhalefet çevreleri de asla yabancı sermaye hak edişlerini engelleyemez.
CHP’nin öncülük ettiği muhalefet, yüz yıldan beri Türkiye için tehdit değeri giderek artan büyük bir sorundur. Türkiye’nin geri kalmasında, iç sorunlarını çözme yeteneğinin giderek yok olmasında muhalefet etkili olmuştur. CHP’nin öncülük ettiği bir muhalefet bloku, demokrasi için de, gelişme için de en büyük engeldir.