Sofradan eksilenler

Hesapların iflas ettiği, beşerî aklın devre dışı kaldığı, son nefese mahkûm edilmiş ümmetin kalp atışlarının attığı yer... O düşerse düşecekti vatan, yitecekti millet. Dört yüz bin güneşin battığı, kanlarıyla vatana kan pompaladığı yerin adıdır Çanakkale!

DENİZ öyle berrak, öyle mavi... Güneşe gergef gök kubbeden altunî huzmeler süzülmekte... Kuş cıvıltıları insan gülücüklerine karışmış; rüzgâr, esip geçtiğini hissettirmiyor bile... Ağaçlar bir gölgelik insan evlâdına... Bu sahile her gelişimde bir huzur sarar ruhumu, peşinden içim burulur her nedense. Bir yanım mesrur ve mutmain, bir yanım bedavacı bir üslûpla şımarıkça sırıtır durur...

Bendeki ne huzura ulaşma telaşı, ne de keyifli bir gün geçirme kaygısı. Yalnızca zamanın unutturduklarının bir yerlerde çürümeye mahal vermeyen taraflarının insanın muhayyilesini tutup ayağa kaldırışı ya da silkeleyişi olsa gerek. Her ne zaman gözlerim ufuk çizgisiyle kesişse, denizin o titrek endamının arkasında maziden kalan saklı bir ayna aşikâr olur sanki. Kanı vatan toprağına bulanmış adı bilinmez ruhların tek tek simaları yansır o aynaya; çağırsam koşup gelecekler gibi hissederim.   

Bu toprak, teneffüs ettiğim hava, vatan sathının her bir karış parçası paha biçilmez. Kutlu sefer yolcularının kanlarıyla, canlarıyla, ruhlarıyla bohçalanmış kutsal bir emanetin seyrine daldığımın farkındayım. İşte Marmara, hemen karşımda! Çanakkale yanı başımda. Karadeniz, Kars, Van, Maraş… İşte İzmir, Antalya! Dedelerimiz yatıyor Yemen’de, Kafkasya’da, Balkanlarda...

Altı asırlık çınar, aynı anda pek çok cephede savaşıyordu. Ve maalesef devamlı surette mevzi kaybediyordu. Tarihinde görülmediği ölçüde geri çekilme artık neredeyse İstanbul’a kadar dayanmış, son kale, Çanakkale kalmıştı. Çanakkale, gösterdiği güçlü müdafaa ve geri püskürtme azmiyle tarihin dönüm noktası, bir milletin yeniden ayağa kalkışının sembolü hâline gelmiştir. Bugün Gelibolu yarımadasına gittiğinizde o şiddetli savaşın bombardımanlarının yankısını hâlâ hissedersiniz.

Çanakkale’nin toprağına basmaya kıyamaz insan; şehit kanıyla karılmış bu aziz şehrin ağıtları hâlâ kulağınıza çalınır şehitliklere yaklaştığınız vakit. Kim bunlar? Nerelerden gelmişler? Arkalarında kimleri bırakmışlar?

Yahya Çavuş Şehitliğine varalım… Kastamonu’dan Mehmet oğlu İbrahim 22 yaşında, Bilecik’ten Mustafa oğlu Raşit 23 yaşında… Kayseri’den Mehmet oğlu Ali, Bursa’dan Binbaşı Şerif Efendi, Trabzon’dan Rahmi Efendi… Soğanlıdere Şehitliği… Korkuteli’nden Abdullah oğlu İbrahim, Kilis’ten Mehmet oğlu Hüseyin, Sungurlu’dan Latif’in oğlu Osman Çavuş… Ağadere Şehitliği, Akbaş Şehitliği ve Zığındere Şehitliği bu şehitliklerden sadece birkaç tanesi.

Aynı amaç altında buluşmuş, aynı sancağa tutunmuş her bir şehidin ayrı bir hikâyesi vardır. Birçoğunu bilmesek de gün yüzüne çıkanlar ibret vericidir. Yahya Çavuş’un, Lapsekili Halil ve İbrahim’in, Seyit Onbaşı’nın, Bekir Çavuş’un hikâyeleri gibi Halil Onbaşı ve ailesinin hikâyesi oldukça etkileyicidir…   

Edremit’te demircilik yapan Halil Usta, o gün hanımından kuru fasulye ister. “Bizim oğlan kuru fasulyeyi çok severdi, sen de çok güzel yapıyorsun. Akşama şöyle bir kuru fasulye yap da yiyelim” der ve hanımının hayır dualarını alarak evden ayrılır. Öğleden sonra dükkânına askerler gelir.

-Selâmunaleyküm! Halil Onbaşı sen misin?

-Evet, benim.

-Yaşın kırkı geçmiştir ama Çanakkale geçilmesin diye senin de gelmen gerek, seni götürmeye geldik.

-Evlatlarım, vatana canım feda ancak izin verin, teyzenizle helâlleşeyim…

-Çanakkale beklemiyor, sevkiyat var. Acele et, hemen gitmemiz lâzım!

Halil Usta, dükkânını yan komşuya emanet ederek Çanakkale’ye gider…

Vedasız ayrılıkların karşılığı vatandır, izzet ve şereftir. Her daim bayrağın gölgesinde kalmaktır. Halil Usta, kavuşmak şöyle dursun, veda bile edemeden koştu cepheye.

Fasulye pişirilmiş, akşam olmuştur ancak Halil Usta dönmemiş, ardından bir haber gelmiştir: “Halil Usta Çanakkale’ye gitti…”

Halil Onbaşı’nın hanımı Hatice Ana, ertesi gün yine kuru fasulye yapar. Sofraya bir kaşık fazladan ekler. Her gün Halil Onbaşı’yı aniden geliverecek gibi bekler. Aylar sonra oğlu savaştan dönmüştür ancak Halil Onbaşı şehit olmuştur. Yıllar geçer, Hatice Ana her gün kuru fasulye yapmaktan vazgeçmez.

Torunu Halil, babaannesinin son anlarında zikrettiklerini şöyle aktarır: “Oğullarım, yavrularım! Ben şimdi Allah’a gidiyorum. Bugüne kadar nikâhıma ihanet etmedim. Babanızın, dedenizin son isteği kuru fasulye idi. Her gün kuru fasulye pişirdim, her gün gözlerim kapıda Halil’imi bekledim. Her gün sofraya bir kaşık, bir tabak fazladan ilâve ettim. Şimdi gidiyorum. Gelinlere söyleyin, her gün kuru fasulye pişirmeye devam etsinler. Belki Halil’im gelir. Gelirse söyleyin, ‘Anam seni hep bekledi, yollarını gözledi’ deyin!”

Hatice Ana öldükten sonra vasiyeti yerine getirilir ve sofraya bir tabak ile bir kaşık fazladan ilâve edilir.

İnsanın anlayıp yorum yapmakta aciz kaldığı yerdir Çanakkale. Hesapların iflas ettiği, beşerî aklın devre dışı kaldığı, son nefese mahkûm edilmiş ümmetin kalp atışlarının attığı yer... O düşerse düşecekti vatan, yitecekti millet. Dört yüz bin güneşin battığı, kanlarıyla vatana kan pompaladığı yerin adıdır Çanakkale!